Kurucusu olduğu Dostlar Tiyatrosu ile elli yılı geride bırakan, altmış yıllık kariyerinde sayısız oyun sahneye koyan Genco Erkal, dramaturgluktan çevirmenliğe tiyatronun her dalında kendi deyişiyle ‘söz sahibi bir tiyatro insanı’. Şu aralar kendisini kendi uyarlayıp yönettiği tek kişilik ‘Merhaba’ isimli oyunla farklı tiyatro salonlarında yakalayabilirsiniz. Öte yandan, kendisiyle özdeşleşen ‘Bir Delinin Hatıra Defteri'ni sahnelemeye de devam ediyor. "Arada insanın yorgun ya da bezgin olduğu günler vardır tabii, onları da fazla yerlerde sürünmeden atlatmak lazım," diyen Erkal, değme gençlere taş çıkartacak bir performans sergiliyor hâlâ.

Son yıllarda bağımsız tiyatro topluluklarının sayısı artıyor, özel tiyatrolara ilgi hayli yoğun. Dostlar Tiyatrosu’nu kurarak özel tiyatro deneyimini siz bundan yarım asır önce yaşadınız. Hâlâ yenilikçi ve öncüsünüz, Dostlar Tiyatrosu da halen ayakta. Bir dönemin avangardı olarak günümüzdeki bağımsız tiyatro toplulukları, butik tiyatrolar, interaktif tiyatro gibi eğilimler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bugünün bağımsız tiyatroları batılı ülkelerde ‘off’ diye adlandırılan, ana akımın dışında kalan, küçük salonlarda oyunlar sergileyen topluluklar. Off-Broadway, Off-WestEnd diyoruz. Ülkemizde bazen ‘Öteki Tiyatro’ diye adlandırıyoruz. Gençlerin kurduğu bu yenilikçi topluluklar ülkemiz tiyatrosuna taze bir soluk getirdiler. Daha yolun başındalar kuşkusuz. Zamanla daha etkili olacaklarını düşünüyorum. Yeni yazarlarla işbirliği yapıyorlar, yeni bir dil oluşturmaya çalışıyorlar. İnteraktif yollar deniyorlar, performans sanatlarından yararlanıyorlar. Bütün bunlar çok saygıdeğer çabalar. Bunun dışında bir de ana akım tiyatro olması lazım. O açıdan günümüzde bir boşluk seziliyor. Bir zamanlar tiyatronun hem kurucusu hem de baş oyuncusunun adıyla anılan yıldız oyuncu-yapımcı tiyatrolarının zamanı doldu gibi. Şimdi tek bir yapım için bir araya gelen, genellikle televizyon yıldızlarının başını çektiği kadroların sunduğu oyunlar göze çarpıyor. Ne var ki bunlar ne kadar başarılı olursa olsunlar ayda sadece üç dört kez sahnedeler. AVM salonlarının egemenliğinde tiyatromuz. Her bir salonda her gece başka bir oyun oynanıyor, izleyici de hangisine gideceğini takip etmekte zorlanıyor. Sağlıksız bir gelişme yaşanıyor kısaca. Bunun bir geçiş dönemi olduğunu varsayalım ve ilerde daha sağlam bir yapıya kavuşacağımızı ümit edelim.

Seyirciyi nasıl değerlendirirsiniz?

Seyircimiz sıcaktır, içtendir, çabuk heyecanlanır, çabuk güler, ağlar, sevdiği oyuncuyu bağrına basar. İyi güzel de, son yapılan araştırmaya göre halkımızın yüzde yetmiş üçü hayatında hiç tiyatroya gitmemiş. Aynı kişiler ayrıca kitap da okumuyormuş. Klasik müzik konseri ya da opera, bale izleyenlerin sayısı daha da az. Eğitim meselesi. Anne babalar çocuklarını nasıl eğitirlerse öyle devam ediyor. Bu alanda katedilecek çok yol var. Sanatçılar, izleyici bunu istiyor diye seviyeyi düşürecekleri yerde o düzeyi biraz daha yukarıya çekmeye çalışsalar daha yararlı olacaklar.

Bir röportajınızda “Anadolu’da kendimi Tarkan gibi hissediyorum” demiştiniz. Anadolu ve İstanbul seyircisi arasında nasıl farklılıklar var?

İstanbul’da ne tarafa baksanız bir tiyatro salonu, konserler, sergiler, sinemalar… Hangi birini izleyeceğinizi bilemezsiniz, etkinliklere yetişemezsiniz. Oysa Anadolu’da bu bakımdan genelde bir yokluk söz konusu. İstanbul’dan bir tiyatro geldiği zaman, hele nitelikli bir topluluk ve seçkin bir oyunsa, inanılmaz ilgi görüyor. Müthiş bir coşku yaşanıyor, oynarken o izleyici sizi sarıp sarmalıyor, bir sevgi yumağı oluşuyor. Oyun sonunda büyük tezahürat var genelde. O nedenle kendimi o durumda bir pop şarkıcısına benzettim, söz gelişi tabii. İnsanlar geliyor, boynumuza sarılıyor, uzun birlikte fotoğraf çekilme törenleri. Bir de o insanların gözündeki ışık. “Biz sizin ne demek istediğinizi anlıyoruz, biz de aynen öyle düşünüyoruz, iyi ki varsınız!” diyen bakışlar. Bir tiyatro sanatçısı başka ne bekleyebilir? Yaptığım iş demek bir şeylere yarıyor diye düşünür, geceleyin rahat uyursunuz.

Sizinle özdeşleşen ‘Bir Delinin Hatıra Defteri’ de 50. yılını kutluyor. Aynı oyunu uzun yıllar oynamanın sizde yarattığı hissiyatı merak ediyoruz. Motivasyonunuzun kaynağı nedir? Elli yıl boyunca aynı heyecanla sahneye çıktığınızı söyleyebelir misiniz?

Öylesine zengin bir metin ki Gogol’ün öyküsü, bunca yıldır oynuyorum, hiç bıkmadım. Ayrı zamanlarda dört defa bambaşka yorumlarla sahneye koydum. İlkinde oyuna bir psikiyatr gibi yaklaştım, ikincisi Brechtçi bir yorumdu. Daha toplumcu, daha siyasî bir yorum. Üçüncüsünde oyunun kahramanını amatör bir tiyatrocu olarak yorumladım. Şimdi oynadığım son yorumdaysa bir filozof var karşımızda. Bunun dışında, oynarken hep yeni bir şeyler deniyorum, yeni ayrıntılar keşfediyorum. Arada insanın yorgun ya da bezgin olduğu günler vardır tabii, onları da fazla yerlerde sürünmeden atlatmak lazım. Ama genelde perde açılıp da ilk sözü söyledikten sonra her oyunda yeni bir macera, yeni bir yolculuk başlıyor. Seyirci de formundaysa, tadına doyulmaz bir birliktelik yaşanıyor.

Yeni oyununuz ‘Merhaba’ da tek kişilik bir oyun. Tamamen tek oyuncunun üzerinize inşa edilmiş tek kişilik oyunlar size bir hayli sorumluluk yüklüyor olmalı. Özellikle sağlığınıza dikkat etmeniz gerekiyordur. Sırrınız nedir, kendinize nasıl bakıyorsunuz?

İşin en önemli sırrı yaptığın işe tutkuyla bağlanmak, yürekten inanmak, ondan sonsuz keyif almak. Öyle olunca hiçbir şey ağır gelmiyor. Seksen iki yaşındayım, bu hafta repertuvardaki üç ayrı oyunu dönüşümlü olarak peş peşe altı gün oynadım. Üstelik her gün İstanbul’un ayrı bir köşesindeki değişik mekânlarda. Tabii bu arada sağlığa çok dikkat edilecek. Ölçülü ve dengeli beslenme, düzenli uyku, mutlaka spor. Ben yaz-kış yüzmeye ağırlık veriyorum. Bütün vücudu çalıştıran, kasları yumuşatan, kıvraklık sağlayan, benim yaşımdakiler için özellikle en faydalı spor.

Peki, size neler, kimler ilham verir?

Müzik, tiyatro, sinema, edebiyat, sanatların hepsi beni besler. İyi bir izleyiciyim. Sürekli aküleri doldurmak, kendini yenilemek gerekir. Şimdi bu iş daha da kolaylaştı. İnternetten, özel kanallardan hemen her şeye istediğiniz anda ulaşabiliyorsunuz. Yeni projeler için bunlar size ilham veriyor, kafayı, düş gücünü harekete geçiriyor.

Oyunculuğu mu daha çok seviyorsunuz, rejiyi mi?

O saydıklarınızın dışında dramaturgluğum, uyarlamacılığım, çevirmenliğim, az da olsa yazarlığım var. Kendimi tiyatronun her dalında söz sahibi bir tiyatro insanı olarak görüyorum, ama şöyle bir dönüp geriye baktığımda esas sevdiğimin oyunculuk olduğunu düşünüyorum. O olmazsa yaşayamayacağım gibime geliyor. Tiyatronun her alanını çok seviyorum ama vazgeçilmezim oyunculuk. Misyonum mu diyeceğim bilmiyorum, ben sanki bu iş için yollanmışım bu tarafa.

Şiir okumalarınız çok seviliyor. Şiirle diğer edebiyat dallarından daha yakın bir ilişkiniz var mı, yoksa seslendirme hüneriyle, sesi iyi kullanmakla mı ilgili bu başarı, neye bağlıyorsunuz?

Ben Nazım’da ruh ikizimi buldum. Onu kanımla, canımla hissediyorum. Ses kullanmakla filan ilgisi yok. O çok derinde bir mesele. Şiiri iliklerine kadar duymak, onunla bütünleşmek… Gerisi kendiliğinden geliyor. O sözler, gücüyle, müziğiyle seni yönlendiriyor, şiirin rüzgârına kapılıp gidiyorsun. Başka şairlerin eserlerini de seslendirdim, övgüler aldım, ama Nazım’la olan bağım başka. Onun ruhu bende yaşıyormuş gibime geliyor.

Aslında karamsar biriyim, işim umut aşılamak" diyorsunuz. Hem karamsar olup hem sahnede enerjinizle herkesi kendine hayran bırakmak zor olmuyor mu?

Aslında bu yoldan kendi karamsarlığımı tedavi ediyorum. Umutsuzluk bana yakışmaz diyerek kendimi harekete geçiriyorum. Deli rolü oynarken de kendimi tedavi ediyorum, o rolü oynamasaydım ben de ağır depresyon geçirebilirdim. Sanatçıların hepsinde bir arıza vardır zaten. Önemli olan onu aşabilmek. Sanat burada yardımcı oluyor, güç veriyor.

Tiyatronun veya sanatın umut aşılamak gibi bir misyonu olduğunu düşünüyor musunuz, yoksa bu, hayatta kendinize biçtiğiniz bir rol mü?

Tiyatroya sanat hayatımın başında çok başka işlevler yüklemiştim, ama şimdi, son geldiğim aşamada şöyle düşünüyorum: Öylesine acımasız bir dünyada yaşıyoruz ki, sanatın, burada tiyatronun temel görevi insanları aydınlatmanın yanı sıra onlara yalnız olmadıklarını hissettirmek, gelecek günler için moral vermek, umut aşılamak olmalıdır.

“Kendi izlemeyeceğim bir dizide nasıl oynarım?” demiştiniz. Netflix gibi platformların dünyadaki ve Türkiye’deki yükselişi malum, film ve dizi izleme alışkanlıklarını kökten değiştiren böyle mecralar var. Sizin fikrinizde, bakışınızda bir değişiklik yarattı mı bu gelişmeler?

Evet, ülkemizde televizyon dizilerinin düzeyi genelde oldukça düşük. İzleyemiyorum. Uzun, sıkıcı, araya giren reklamlardan ötürü bezdirici işler. Genel izleyiciyi memnun edeceğim derken bayağı dökülüyor yapımlar. İnternet dizileriyle belki yeni bir atmosfer oluşacak, daha nitelikli işler izleyebileceğiz. Nitekim ben de dayanamadım, Blu TV’den gelen bir dizinin bir bölümünde oynadım. O işimden çok hoşnutum. Tunç Şahin’in yönettiği ‘Yedi Yüz’ dizisinin ‘Refakatçiler’ adlı bölümü beni sevindiren bir iş oldu.

Altmış yıllık sanat hayatınızda deneyimlediğiniz pek çok özel an vardır muhakkak…

Siz sorunca düşünüyorum da, altmış yılın hemen her anı ayrı bir dönüm noktası. Devamlı değişen bir dünyada her an yeni kararlar almak, badireler atlatmak zorundasınız. Bizimki gibi yarın ne olacağı belli olmayan bir ülkede, hele politik tiyatro yapmak gibi bir maceraya atılmışsanız, fırtınalı denizde seyreden yelkenli gibisiniz. Yeni oyunlar, yasaklamalar, engellemeler, maddî zorluklar, yeni projeler oluşturmak, oyuncularla, teknik ekiplerle uğraşmak, bunun yanı sıra özel hayatla, aileyle ilgili sorunlar… Tatlısı, acısı, her anıyla, şairin dediği gibi “Yaşamak ne güzel şey!”.

Oyunu sahnelerken bir oyuncunun veya yönetmenin başına gelebilecek en aksi şey nedir sizce?

En aksi şey herhalde yanlış karar vermiş olmaktır. O bayıla bayıla seçtiğiniz oyun bir bakarsınız, günün koşullarında sizin altından kalkamayacağınız bir oyundur. Seçtiğiniz oyuncu o oyuna uygun bir oyuncu değildir. Aynı şey sahne tasarımcısı için de geçerli olabilir. Yanlış karar vermişseniz, yola çıktıktan sonra geri dönüş şansı da yoktur büyük ölçüde. O zaman bile bile felakete gittiğinizi görürsünüz ama geri dönme şansı yoktur. O felaket kahramanca göğüslenecektir. İnsanın her yaptığı başarılı olacak diye bir kural da yok zaten. Başarısızlıklar yeni atılımlar için bir sıçrama noktası olabilir. Gene de dikkatli olun, yanlış kararlardan uzak durun. Yoğurdu üfleyerek yemek en iyisi.

Sahne almadığınız bir gününüz nasıl geçiyor?

Dostluklar, yarenlik, duyguları, düşünceleri paylaşmak, biraz avarelik, gezmek, kafa çekmek, sanatla beslenmek, spor, aile bağları ve birliktelikleri, sosyal medya… Yaşayıp gidiyoruz işte.

Hayat hangisine yakın sizce: Tesadüflerden ibaret, veya bir kurgu, tek kişilik bir tiyatro oyunu?

Kontrol altına almaya çalıştığımız, yönettiğimizi sandığımız bir serüvenin bizi her an şaşırttığı; beklenmedik sürprizlerle dolu, zaman zaman absürde varan, acıklı bir güldürü.

Söyleşi: Ayhan Abayhan

Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu

Editör: TE Bilisim