İstanbul Notre Dame De Sion Fransız Lisesi’nin kurumsal unsurlarından biri olan edebiyat ödülü, dönüşümlü olarak bir yıl Türkçe yazan Türk yazara diğer yılsa Fransızca yazıp eseri dilimize kazandırılmış Türk ya da yabancı bir yazara veriliyor. 2014 NDS Edebiyat Ödülü’nü “Kahrolsun Dostoyevski” adlı eseriyle kazanan Atiq Rahimi, ödülü kitabın çevirmeni Ebru Erbaş’la birlikte aldı.
 
NDS Edebiyat Ödülü Jüri Başkanı Tomris Alpay, eserin ödüle değer bulunmasındaki gerekçeleri açıklayan konuşmasında, eserin çarpıcı noktalarına değindi: Atiq Rahimi, Kahrolsun  Dostoyevski'de yeni bir  roman dili yaratmış; adalet, ölüm, suç ve ihanet kavramlarını, diğer bir deyimle Suç ve Ceza romanını yeni bir deltada canlandırmış ve sorgulamıştır. Mistisizm ile yoğrulmuş bir kent, Kâbil. Rusya’nın işgali sona ermiş, geçiş dönemi ve iç savaş yaşanıyor. Atiq Rahimi, şaşırtıcı  kahramanı Resul -ki orijinal eserde Raskolnikov- aracılığıyla  bizleri çok az bilgi sahibi olduğumuz Afganistan  toplumunun içine davet ediyor: “İhanet suçtan beterdir, cinayeti ihanete tercih ederim.” sözleriyle savaşta ölümün normal karşılanmasını, cinayet suçunu hafifletirken, ihaneti öne çıkarıyor. Atiq Rahimi, cesedi bir türlü bulunamayan Alya Ana'nın öldürülmesiyle  başlayıp, roket saldırıylarıyla süregelen vahşi, kaotik bazan güldürücü olaylar dizisi yardımıyla, kanun ve kanunsuzluk, intikam ve fedakârlık üzerine derin  derin düşündürmeyi  yeğliyor. Yazar “Kahrolsun Savaş” diyor.”
 
Edebiyat ve kültür-sanat dünyasının ünlü isimlerini bir araya getiren tören yazar Atiq Rahimi’in konuşmasıyla eşine az rastlanır bir atmosferle sonlandı. Atiq Rahimi, tören için hazırladığı kısa bir öyküyle Afganistan’dan kaçışını anlatması geceye damgasını vurdu. Rahimi’nin “ikinci kez hayata gelişi”ni konu eden öyküsü ve konuşması:
 
Dokuzuncu Gece
 
Geceydi. Dokuzuncu gece. En ağırı, en sessizi. Karların beyazlığının altında, zamanların karanlığının içinde, toprak sınırlarını kaybetmişti. 
Geceydi. Dokuzuncu gece.
İnsan kaçakçısı şöyle demişti :
-          Dokuzuncu gece, hududu aşacağız.
Gizlice, sessizce, hududa yaklaşıyorduk.  Hepimiz, kendi toprağını terk eden kaçaklardık. Her birimiz, bir varlık, bir şey, bir sözcük yüzünden...
Geceydi. Dokuzuncu gece.
Bir geçide geldik. İnsan kaçakçısı bağırdı :
-          Bir dakika durun ! Arkanıza bakın !
Herkes durdu. Herkes arkaya baktı.
-          Burası toprağınıza son bakıştır.
Karların beyazlığının altında, zamanların karanlığının içinde, görünmez olmuştu.
Sadece adımlarımızın izi.
Herkes ağladı. Sonra hududa koştuk.
Aramızdan biri yavaşlamıştı. Durdu. Kısa boylu bir adamdı, bagajı yoktu ve hep diğerlerinden daha yavaş, daha zor yürümüştü. Adam bir kayanın dibine oturdu. Ben onun yanına gittim, ayağa kalkmasına ve diğerleriyle birlikte hududa koşmasına yardım etmek için. Soğuk bir sesle şöyle dedi:
-          Nereye gitmek için ?
-          Hududun öbür tarafına !
-          Ne yapmaya ?
-          O zaman bu kadar yolu kat etmek niye ?
-          Sözcükler yüzünden. Kaçarken yanıma, hududun öbür tarafına götürmek için tüm sözcüklerimi almıştım.
Sözcükler mi ? Hangi sözcükler ? Diyordum kendi kendime ki, adam benim   şaşkınlığıma yanıt verdi :
-          Terör ve baskının faydasız kıldığı o koca şiiri gözlerimin içine gizlemiştim. Demin, insan kaçakçısı bize arkaya bakmamızı söylediğinde – ki baktık ve ağladık -  sözcükler gözyaşlarıyla birlikte gitti. Yere kaydılar. Karda yok oldular. Onlar olmazsa, nereye gitsem bir yabancı olacağım, yabancılardan daha yabancı olacağım !
Adamın ağladığı yere döndüm. Gözyaşları karda erimiş ve toprağı çamur haline getirmişti. Elime bir avuç çamur aldım ve bana acı bir şekilde gülümseyen adamın yanına döndüm. Bana şöyle dedi :
- Artık sözcükleri topraktan ayırmak mümkün değil !
Kayaya yaslandı ve bana yalnız kalmak istediğini gösterdi. Ancak ben, taş kesilmiş bir hâlde, karşısında durakalmıştım. Adam hâlâ gülümsüyordu. O gülümsemesi beni kemiriyordu. Tam hududa koşmaya başlayacaktım, ki bana :
- Adım Atik, dedi
-  Atik ?! Sen benim adaşım mısın, yoksa ikizim mi ?
- Ne o, ne de diğeri. Sen sadece benim adımsın.
Korktum. Onu orada bırakıp koşmaya başladım.
Hududun öbür tarafında, karla kaplı bir beyazlık gördüm, bir kağıt sayfası gibi beyaz.
Tek bir iz bile yoktu.
Tek bir sözcük dahi.
Zamanların karanlığında kaybolmuş çizgiler vardı.
 
 
Bu öyküyü yaşayalı aşağı yukarı otuz yıl oldu. Sürgün o doldurulması gereken beyaz sayfa olarak kaldı ve kalacak. Yarattığım her şey, bu yazıdan başka bir şey değil. Ve, hani o  “İnsan ne düşünürse, o olur” diyen Hint atasözünü kendime uyarlamam gerekirse, ben yazdığım oldum.
 
Ben bu beyaz sürgün sayfasına yazmaya başladığımda, bir gün bir edebiyat ödülü almak üzere İstanbul'a gelmek fikri benden çok uzaktı.  Zaten bazı kötü niyetli insanlar bana Goncourt Ödülünden sonra bir süre beklemek gerekeceğini ve başka bir ödül alana kadar bir kaç kitap daha yazmamın iyi olacağını söylüyordu !
 
Fransa'nın dışında verilmiş olsa da, beni vatandaşlığa kabul eden ve yaşadığım ülke olan Fransa, doğduğum ülke Afganistan ve Fransız filozof Gilles Deleuze'ün deyimiyle “göçebebilim” ülkem olan Türkiye arasında harika bir kültür bağı oluşturacak olan Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü, benim için her türlü siyasî ve ekonomik ayrıcalığın dışında, çok büyük bir değer ifade etmektedir.
 
Yazarla birlikte ödül alan çevirmen Ebru Erbaş, çevirmenlere olan desteklerinden ötürü Notre Dame de Sion Lisesi’ne teşekkür ederek sözlerini şöyle noktaladı:  Bu ödülü Türkiye’de ve pek çok yerde hayatta kalma mücadelesi veren Afganlı mültecilere ve bu yeni dünya düzensizliğinin kurbanları olan tüm dillere ve kültürlere ithaf etmek isterim

Tören İstanbul Beyoğlu'nda Fransız Sarayı'nda gerçekleşti
Editör: TE Bilisim