GZone, 25 yıldan fazladır televizyonda imzasını attığı şahane işlerin yanında oyunculuğu ile de çok konuşulan ve sevilen bir isim olan Okan Bayülgene mekanında bir araya geldi ve merak ettiklerimizi sordu.

Dada Salonun büyülü atmosferindeki fotoğrafları ise GZoneun ses getiren kapaklarını hazırlayan Mustafa Sarıkaya çekti.

Röportaj: Onur Özışık - Murat Renay

Fotoğraflar: Mustafa Sarıkaya

-Bodrumdaki mekanınız Dada Salondayız. Bu mekanın doğuşu televizyonda yer almadığınız süreçten sonra mı başladı?

Burada bir hazırlık zaten vardı. Bu hazırlık hızlandı ve ivedilikle bu mekanı açtık.

Ben 1920lerde Zürihten başlayan Cabaret Voltaire ve Salon Dada işlerini çok beğeniyorum, Dadaizm akımını sanat tarihinde her dönem ihtiyaç duyabilecekleri girişimler olarak görüyorum. Bir yandan sanatın konformizmine savaş açarken bir yandan beyinleri özgürleştirecek işler üreten o isyancı ve alaycı tavrı çok hoş buluyorum. Bence şu an bu kafalardaki çıkışlara 1920lerden çok daha fazla ihtiyacımız var.

-Peki neden Bodrum?

Çünkü benim burada babadan kalan yerlerim var. Bunları satmadım veya kiraya vermedim. Onaltı senedir kapalı tutuyordum. Şimdi onları birbiri ardına açıyor olacağım. Bodrumda buna benzer bir dükkan, ayrıca fotoğraf ve video stüdyosu olacak, bir mandalina bahçesinde organik tarım ve sanatı birleştireceğiz, İstanbulda bir mekan açmanın hazırlığı içindeyiz. Orada bir kabare tiyatro olacak. Bir adres olması güzel, tiyatroların yerleri yok. İsimlerin tiyatroları var ama ne yazık ki adresleri yok. Onlar için de bir adres olacak. Tiyatro aslında her şeyden önce bir “adres”tir. Dünyadaki tiyatro isimleri hep bir adreste yer alır fakat bizdeki tiyatroların -mecburen- yaratıcı isimleri vardır ama bunlar adres içermez.

Dünya ölçeğinde bir kabare salonu olacak “Kabarett Dada”. Müzikli kabareler ve polisiye oyunlar yer alacak. Sahneye yatırım yapacağım bir iş olacak. Bizde genelde seyircinin oturduğu sandalyenin arkasını süslemeye bakılır ancak sahne ihmal edilir, bu mekanda öyle olmayacak. Sahne makinalarına yatırım yapacağız. “Sahnede bir şey yok ama adam oturunca götünde fiyonk var” gibi lüzumsuz bir durum olmayacak.

-Çocukluğumuzda her hafta bir tiyatro izlerdik. Dormen, Kenter, Gazanfer Ülkü- Gönül Özcan tiyatrosu ve niceleri vardı. Yurtdışında hep devletin desteğiyle tiyatro sanatı ayakta kalmaya devam ediyor. Türkiyede neden tiyatro gün geçtikçe yok oluyor ve gerekli görülmüyor sizce?

Aslında opera, bale ve tiyatro tüm dünyada müzelik sanatlardır artık. Bu sanatlar bir külliyatı tekrar tekrar sergiliyorlar. Yeni bale librettoları yok, yeni opera öyküleri yok, dolayısıyla dünyadaki tüm tiyatrolarda bu sanatın külliyatını seyircilere üretmek için sahnelenir. Özellikle Avrupada tiyatro turistik bir olaydır. Londraya gidip de müzikal izlemeden gelirsen ayıp edersin. Bizim böyle bir geleneğimiz yok. Bizim kendi toprağımızdan beslenmiş olan kendi orijinal tiyatromuz, köy seyirlik oyunlarından meddaha kadar hepsi tüm dünya tiyatrosu açısından çok ilham verici. “E hadi gelin herkes Shakespeare oynasın” dersen buna seyirci bulamayız. Türk oyunlarını sergilesin desen buna da pek seyirci bulamayız.

Devlet tiyatroyu korur, tiyatro da külliyatını korur. “Klasik tiyatro çok lüzumlu mu?” derseniz, “illa da olmalı” diyemem. Ben çok klasik roman okurum ama okumayana da “okumazsan ölürsün” demem. Dünyada yemekler vardır, hatta o yemekler de korunur. aşçıları sayesinde yaşar. Bu yemekleri yemeniz sizi toprağınıza bağlar, turist iseniz yediğiniz bu yemek sizi o şehre bağlar. Çok uzun anlatıyorum ama tiyatronun nasıl gerekli olmadığını (!) anlatıyorum aynen yemek yemenin de gerekli olmadığı(!) gibi…

Yeme, içme, eğlenme ve ölme faaliyetleri gelenekseldir. Geleneksel olarak yapılırız, geleneksel olarak yeriz, içeriz, sıçarız ve sonra da geleneksel olarak ölürüz. Bu meyanda arada geleneksel şeyleri yapmakta sakınca yoktur, o ülkenin kültürünü almak iyidir. Yoksa sen sadece yiyor, içiyor ve sıçıyorsan, bununla da mutluysan ben de sana mutluluklar dilerim.

”Ben daha büyük bir kitleye ulaşmak için gerizekalı gibi davranan bir sanatçı ya da sunucu değilim…”

-Yirmi beş seneye yakın bir zamandır ekranlardasınız. Elbette tüm bu zaman içinde Türkiye de değişti. Okan Bayülgen isminden zaten hiciv ve sarkastik esprilerin gelmesi çok normal. Ancak Türkiyenin değişimiyle birlikte insanların bu hicvi anlamaması gibi bir durum oluştu gibi geliyor bize. Asıl üzücü olan bu değil mi sizce?

Talk showlar bir süre sonra kendi özel seyircilerini yaratıyorlar. Beni bir kere ya da üç kere izleyen bir seyirci pek yoktur, izleyen kişi mutlaka beni yıllarca izlemiştir, çok bağlanmıştır, abone olmuştur. Hele hele bazı yıllar haftada 5 gece program yaptığım zamanlar oldu. Tematik programlarım oldu. Bu düzenli seyirci, benim şaka yapışımı da ciddi konuşmamı da anlıyor. Ben daha büyük bir kitleye ulaşmak için gerizekalı gibi davranan bir sanatçı ya da sunucu değilim ki. Çocuksu veya korkak konuşmanın bana hiç yakışmayacağını düşünüyorum. Beni izleyenler de bunu zaten beğenmezler, bunu bir taviz vermek olarak görürler.

Benim seyircim, benim hem insanlarla hem kendimle nasıl dalga geçtiğimi, Türkiyenin deprem, terör, afet vb gibi bütün acılı günlerinde bile televizyona ilk kez Okan’ın çağırıldığını da bilirler. “Bu adam çok iyi dozaj bilir”, “bu adam canlı yayınları çok iyi idare eder”, “bu adam canlı yayınlardaki skandalları bile iyi idare eder” dedikleri için bunca zamandır talep gördüm. Ben Türkiyenin en iyi canlı yayın sunucusuyum, ancak demek ki artık bu gerçek bile fayda etmiyor. Durum bu. Bu konuda da daha fazla söylenecek bir şey yok.

-Dadaizm düşünce yapısını programlarınız ve mekanlarınıza nasıl yediriyorsunuz?

Bu benim dükkanlarım için bir renk aslında. Ben şimdi Bodrumda ne açmış oldum: Bir kokteyl bar. Nedir bu kokteyl bar? Amerikadaki içki yasağı döneminde, o zamanlar “speak easydediğimiz içki mekanları varmış. Bu gizli yerlerde ahlaka mugayir hiçbir şey yok, tek ahlaka mugayir şey içki. Bugüne baktığımızda içki içmek serbest ancak bu içki içilen yerlerde çok fena çalınan müzik yüzünden bir kelime konuşmak mümkün değil. Sonuçta ben de içinde sanat olan bir mekan hazırladım. “Affordable artdediğimiz, o sanat eserinin kopyası ya da kendisini yüksek rakamlar ödemeden satın alabilecekleri, içki içilen, iyi müzik çalan hatta bazı geceler sadece bir piyano eşliğinde akustik konserler verilen bir yer burası.

İçeriye çok eğlenmek ve dağıtmak isteyenleri almıyoruz. Kadın müşterilerimiz çok fazla. Özellikle kışın çok fazla katılımla çok daha güzel oluyor. Bir kadının yalnız başına gelip içtiği ve kimsenin onu rahatsız etmediği bir yer burası. Buraya stiletto ayakkabılarla, arabasız yaklaşık 1 kilometre yol yürüyen hanımlara indirim yapıyoruz, kız kıza gelenlere de indirim yapıyoruz. Bunu da ben bir kampanya olarak yapmadım, baktım çok fazla kız var, baktım çok topuklu giyen kız var bunu yaptım, çünkü kızlar birbirlerinin topuklularını görünce gidip onlar da topuklu giyiyorlar. Erkeklerde bu böyle değil, erkekler başkasında tabanca görünce gidip evden tabancasını alıp geliyor…

-Ayrıca “gay friendly” bir mekan…

Kesinlikle öyle. Benim işlettiğim bir mekanın “gay friendly” olduğunun altını çiziyor olmamı bile abes buluyorum ancak bir olay yüzünden bir açıklama yapmam gerekiyor. Kapıda duran ve içeriyle alınan insanları seçmekle görevli olan kibar ve yakışıklı arkadaşımız, bizim orada olmadığımız bir zamanda gelen 6 tane gey arkadaşımıza “damsız içeriye alınamayacaklarını” söylemiş, bunun üzerine ben tekrar altını çizmek istiyorum gay friendly olduğumuzun. 6 tane gey adamın bir bara girmek için 6 tane kadın bulmaya çalışması ağır bir durum. Dünyada hiçbir yerde olmamıştır herhalde (Gülüyor)

Hetero çiftlerin gey barlara sirke gider gibi gitmesi çok lüzumsuz bir hareket”

-Kabare fikrine geri dönersek, drag queenler büyük bir kabare kültürüdür biliyorsunuz, sizin kabarenizde de drag queen olacak mı?

Hem onlar hem de Burlesque de bir kabare kültürüdür ancak tabi ben bu konuları tartışma dışı tutuyorum. “Bir dükkan açalım ve orada sadece drag queenler olsun” diye düşünmem, elbette olurlar zaten.

Mesela, pole dance (direk dansı) dediğimiz olay striptiz değildir. Ben dükkanın ortasına bir direk koysam herkes kıkırdamaya başlar. Halbuki açıp YouTube’dan pole dance müsabakalarını izleseler ağızları açık kalır. Tam olarak anlayamadığımız şeyler var.

Gey barlar da yıllardır heterolar tarafından yanlış anlaşılmıştır. Kızlar rahat rahat oraya giderler ve eğlenirler, oralarda pek hanzo herif göremezsiniz ama kocalarını götürdükleri zaman da “bak şimdi sana çok ilginç birilerini göstericem” diye götürürler. Kocaları da bu gey barlardaki insanlara bilinçsiz hetero erkeklerin verdiği tuhaf tepkileri verir. Sanki sirke gelmiş gibi davranırlar. Bana sorarsan çok lüzumsuz bir harekettir bu.

Ben Pariste LMaraiste bir gey bara arkadaşlarımla gittiğim zaman yanımdaki erkek arkadaşım bana ısrarla “vitrinin arkasındaki duşun içindeki adam bana bakıyor ve pipisini gösteriyor” diye tutturdu. “Hayır” dedim O adam şov yapıyor, mayosu var ve sana pipisini gösterdiği yok” Daha da ısrar edince “O zaman dedim sen bizim tarafımıza geç. Biz o adama hiç bakmıyoruz” dedim. Arkadaşım daha da sinirlenince “Bak burada o kadar gey var, bu adama senden başka kimse bu kadar dikkatli bakmıyor” (Gülüyor) Anlatabildim mi? Bakış açısı bu!

-Peki Kabarett Dadada eşcinsel temalı bir gösteri görecek miyiz?

Tabii ki göreceksiniz çünkü dünyadaki tüm oyunlar aynı zamanda gey temalıdır, gey temasız bir şey olabilir mi? Bu kadar bin yıllık kültür sanat hazinesinde mutlaka bu içerik var. Ama ben bir “gay club” yapmayacağım bir kabare yapacağım.

Shakespearein tüm oyunlarında eşcinseller var zaten. Doğuya doğru geldikçe sansür yese de bu eserler, aslında sansürlenmediği zaman toplum daha sağlıklı olur. Toplumun ruh sağlığı için yasakları yasaklamak lazım. Toplumun ruh sağlığı bozuk olursa cinayetle sonuçlanan cinsel sapkınlıklar, çocuklara yönelik iğrenç davranışlar ortaya çıkar. Beraber huzurla yaşamamız için sansüre son vermeliyiz.

“Politikanın bu gidişatına göre iki hareket çok yükselecek bence; biri LGBT hareketi bir diğeri de çevreci (yeşil) hareket”

- Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçeke sorduğunuz meşhur soruya gelmek istiyoruz. “Bizim ne zaman gey belediye başkanımız olacak?” diye sormuştunuz…

Ben eşcinsellerden yana bir adam olarak sormadım o soruyu aslında. Tarihsel olarak denk geldi. Sokaklarda güzel bir mimari olması, şehrin en güzel şekilde tasarlanması gibi konularda vakıf olabilecek, moda ve sanat gibi alanlarda da önde gelen isimler eşcinsel olduğundan, ben de bu soruyu sordum. O da “inşallah biz yaşadıkça böyle bir şey görmeyiz” gibi bir cümle etti. O da Melih Gökçek’in ne güzel(!) bir dilediğidir ama bilmiyorum olur mu olmaz mı? (Gülüyor)

-Televizyona dönecek misiniz ya da internet gibi bir mecrada sizi görebilecek miyiz?

Konuşuyorum televizyonlarla ama bir yandan da televizyonun ekonomik olarak “daralması” gibi bir gerçek var. Ben bununla zaten boğuşuyordum, ambargo yemek gibi bir durumum olmadan önce de aynı sorun vardı. Geç saatte yayın yapan, talk show yapanların gelirleri çok azaldı. Televizyonlar diziler ve bazı kadın programlarıyla dönüyor. Bu kısır döngü zaten bizlerin yayın yapmasını engelliyor. Bunu yıllardır anlatıyorum zaten. Prime Time 1, belki Prime Time 2 için reklam pastası var ancak geri kalan yayın kuşakları için hiçbir şekilde kaynak yok.

Benim şu anda siyaset ve ambargodan daha önemli derdim, benim işimin konvansiyonel televizyonda yerinin olmaması. İnternet televizyonculuğu da Türkiyede daha el yordamıyla ilerlemeye çalışıyorlar. Onlara bile normal televizyon mantığında “dizi” yapılıyor. Ben de televizyonun sadece “dizi”den ibaret olmadığına inanıyorum. Bu mantıkla savaşıyorum.

“Homofobi ödülümü almak için Hormonlu Domates Ödül Törenine katılmak istedim, beni çağırmadıkları için katılamadım”

-Türkiyedeki LGBT hareketini nasıl buluyorsunuz? Öncesini ve şu andaki durumunu?

Destekliyorum ve çok güzel buluyorum. Eylemler ve yürüyüşler çok hoşuma gidiyor. Çok gerekli olduğuna inanıyorum. Çünkü siyasi bir söylem nihayetinde siyasi bir söylemdir, dönemine uygun olarak siyaseten söylenmiştir, hatta lafı bile var politically correct” yani “siyaseten doğru”, LGBTnin bahsettiği söylemler o kadar insani ki, mutlaka bir işe yarayacaktır. Zaten politikanın bu gidişatına göre iki hareket çok yükselecek bence; biri LGBT hareketi bir diğeri de çevreci (yeşil) hareket. Çözülmesi zor problemlerin, daha özgür bir dünyanın siyasetinin yapılması lazım.

-Özellikle Tv8 zamanında LGBT ile ilgili pek çok programlar yaptınız, bu konuda da televizyonda içerik üretmeye çalıştınız ama yine de homofobiklere verilen “Hormonlu Domates” ödülünü de aldınız. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Evet o ödülü de bana layık gördüler. Kimi neden kızdırdığımdan tam emin değilim ama aslında o ödül törenine gitmek istiyordum. “Gelip ödülümü almak istiyorum, mutlaka bana haber verin” dedim, çağırmadılar. Maksat burada bunu söyleyen meşhur tiplere bu ödülü vererek seslerini duyurmak ise “hadi ben geleyim de bu ödülü bana verin” diye haber gönderdim ama beni törene çağırmadılar. Bir skandal yaratmayacaktım orada, bu vesileyle bari bu konuda ses getirmek için bir işe yarayayım istedim, olmadı.

Okan Bayülgen, geçtiğimiz yılın son aylarından beri Bodrumdaki göz alıcı mekanı Dada Salonu işletiyor.

DADA SALON hakkında:

Dada Salon Bodrum Merkezde, Barlar Sokağı’nda yer alan bir Sanat-Gece Kulübü. Pazartesi hariç altı gün, 21:00den 05:00e kadar açık.

Okan Bayülgen, Dada Salonu hayata geçirirken ilhamını 1920lerin Dadaism akımı ve Pariste düzenlenen Uluslararası Salon Dada Sergilerinden almış.

Dada Salon, pirinç, taş ve kadife ağırlıklı dekorasyonu, duvarlarındaki orijinal sanat eserleri, kristal avizelerinden yayılan ışığı, samimi bir ortam yaratan ahşap cumbası ve yeşillikler içindeki teras barı ile dünyada son yıllarda gittikçe popüler olan 1920lerin meşhur “speakeasy” mekanların arasında yerini alıyor.

Mekandaki dünyaca ünlü Alman ressam Rinaldo Hopfun Golden Queers serisinde yer alan Sappho isimli eseri Okan Bayülgene yakın arkadaşı Yunanlı besteci Alexandros Karozas’ın hediyesi. Bayülgen, uzun yıllar evinin duvarını süsleyen resmi Dada Salonun ruhuna çok yakışacağını düşünerek mekana getirmiş.

Editör: TE Bilisim