Hani neredeyse ergenlik çağlarında girdikleri sinema sektöründe, Hülya Koçyiğit’in filmografisinde 180 kadar film var; Suzan Avcı’yı hiç sormayın, dile kolay, 370’e yakın... Yeşilçam’ın trikotaj atölyesi bereketiyle çalıştığı dönemde, pek çok filmde birbirini andıran karakterler canlandırdıklarını, Koçyiğit’in payına ekseri melek, Suzan Avcı’nın payınaysa şeytan rolleri düştüğünü hesaba katınca, takdir edersiniz ki oyuncuya rol dediğin, yafta modeli yapışır...
Mağdur azize Başta eblehlik kıvamında saf olan, köyden ya da taşradan büyük şehre göçünce, ‘sonradan görmüş’ gözü açılan ‘kız’ tipine Kezban denmesinin müsebbibi, Hülya Koçyiğit. Ayrıca Ayşecik, Ömercik ya da Sezercik olsun, cikcik ağlaşan bütün çocuk yıldızların, tenceresinde çile kaynayan anneciği... Filmler boyu, önüne çıkanın tecavüz ettiği, evire çevire dövdüğü mağdur azize...
Kötü şu, kötü bu Koçyiğit’in tüm bu filmlerde gördüğü sonsuz zulmün zalimlerinden biri de Suzan Avcı malum... Kötü üvey anne, kötü öz ya da üvey kız kardeş, kötü metres, kötü şu, kötü bu... Hangi pozisyona konuşlanırsa konuşlansın illa ki vamp ve habis bir figür. O havalı, tehlike sezindiren, fettan çağrışımlı adı, canlandırdığı roller için sonradan biçilmiş kaftan gibi. 

Hülya Koçyiğit: İnsan dediğin varlık, hem melek hem şeytan; ikisi de var herkesin içinde. Ama fiziksel özelliklerin neyi çağrıştırıyorsa ilk bakışta, hemen seni o role oturtuyor sinema. İlk intiba yanılsamaları diye bakıyorum ben. Mesela Suzan Avcı, bana işimi öğretmek için yardımcı, destek oldu. Makyaj yapmayı bile ondan öğrendim. Anaçlıkla dinleyen, anlayış gösteren, mükemmel bir anne, eştir. Benim tanıdığım insan o; ama birlikte oynadığımız filmlerde saçımı mı çekmedi, beni tımarhaneye mi yollamadı, adam tutup tecavüz mü ettirmedi; yapmadığı kötülük yok.

Suzan Avcı: ‘Artist’ mecmuasında Leyla Sayar’ın ardından üçüncü olmuştum. Esmerim o zaman. Tiyatroda çalışıyordum geçinmek için. Beş film çekmişim ama ikinci sınıf şirketlerle. Bir gün Alev Sururi, “Suzan, sana metresi oynatacağız, gel seni sarışın yapalım” dedi. Benim de hiçbir şeye itiraz etmeyen bir karakterim vardır. O zamanın en meşhur kuaförlerinden Vecihi’ye gittik. Benim saçlar boyadan bir çıktı ki yanmış, bir parmak kalmış! Neyse ki Kim Novak modası var Amerika’da. Kısa sarı saçlar, siyah bir tayyör, imitasyon kürkten bir beyaz yakayla çıkıp sete gittim. Allah Allah, flaşlar patlıyor! Resimler basıldıktan sonra hiç almadığım firmalardan teklif almaya başladım. 
H.K.: Bir de tabii arz talep meselesi; çok talep var ve şöyle tarif ediyorlar: “Suzan’ı istiyorum. Çok frapan bir kadın olacak, masum kızın elinden sevgilisini alacak ve ona eziyet çektirecek.” Sadri Alışık’la, ‘Sokak Kızı İrma’ uyarlaması ‘Kırmızı Fener Sokağı’nda Shirley MacLaine’in rolünü oynadım ve gişe nanay. Onu yaşayınca, “Daha yavaş” deyip kendini böyle bir çerçevenin içine iyice sokuyorsun. Sürekli olarak, bacım, ablam...

S.A.: Oynadığım roller yüzünden bir kere sokak tacizine uğradım. O da, ‘Sana Dönmeyeceğim’ diye, eşimin (zamanın en ünlü senaristlerinden Erdoğan Tünaş) yazdığı bir film için. Filmlerimizi İnci Sineması’na gidersek izleyebiliyorduk. Film bittikten sonra Türkan’la (Şoray) ikimiz tuvalete gittik. Çıkışta ışıklar yanmış, kürklü bir hanım merdivenlerden iniyor; beni gördü delirdi! Türkan’ı, “Kızım sende hiç akıl fikir yok mu, bununla geziyorsun” diye onu azarlamaya başladı. 
H.K.: İnsanların kafasında ben onun ya yengesiyim, ya bacısıyım; benim namusumdan o sorumlu, gebertir valla. Uzun seneler sahneye çıktım, içkili gazinoda da çalıştım. Orada bile öyleydi mesela, erkekler dönüp bakmıyorlardı sahneye. Tamamen saygıdan yapıyorlar bunu. Türk erkeğinin böyle bir tavrı var: Şarkı söylüyorum, duygusal bir şey anlatıyorum, o saygısından arkasını dönmüş! Gürültü de yapmıyor, odaklanmış, masaya bakıyor öyle. Niye? Saygıdan.
Ünlü yönetmen Elia Kazan’ı reddetti
Hollywood’a gitmek yerine burada kalıp bir yandan annesine, kız kardeşlerine ve çocuğuna bakıp bir yandan da ekmeğini kazanmak için 367 film çevirmiş Suzan Avcı. Yerli kötü kadın olmaktan da gayet 
müsterih:
Hiç pişman olmadım gitmediğim için. “Seni götüreceğim ama şartlarım var” demişti Elia Kazan, “Amerikan lehçesiyle İngilizce konuşacaksın, dil öğreneceksin; tiyatrom var, orada oynayacaksın; otelim var, orada yatacaksın; ne zaman ki ben sana ‘Hazırsın’ diyeceğim, o zaman sinemada çalışacaksın.” Ertesi gün 10’da buluşacağız. Dedim ki, “Ben gitmem bu adama tomorrow, mumarrov...” Aradan bir buçuk sene geçti, bu yine istiyor. Bu sefer dedim ki, “Ne vereceksin, kaç para?” Dedi ki, “Para falan veremem. Ben seni dünya piyasası için yetiştireceğim, daha ne istiyorsun?” “100 dolar da veremez misin?” diyorum. Çocukluğa bak, 100 doları da büyük bir şey zannediyorum o zaman. “Onu bile veremem” dedi, “Ben de gelemem” dedim. 
Sonra gene istedi beni, yine “Gelemem” dedim.
“ÖZGÜRLÜK HiKAYELERi BANA GÖRE DEĞiLDi”
Çok kimseye nasip olmayacak filmlerde oynadım. Bir kere ‘Susuz Yaz’, büyük bir şanstı. Sonra, nehrin akışı gibi bir şeyler beni sürükledi. Ta ki Lütfü Akad Hoca’yla tanışana kadar. “Bakalım o seni kabul edecek mi?” gibi laflar oldu başta. Kabul edince ‘Gökçe Çiçek’i yaptık beraber. ‘Gelin, Düğün ve Diyet’, önemli bir dönüm noktasıdır benim için. Ondan sonra da Şerif Gören’le onun ustalığa doğru yaklaştığı yıllarda yaptığımız filmler var: ‘Kurbağalar’, ‘Almanya Acı Vatan’, ‘Firar’.
Aynı yıllarda kadının cinsel özgürlüğü var, Müjde Ar’ın kadın filmleri, Türkan Şoray’ın Mine’leri falan; bunların işlendiği yıllar. Çok saygıdeğer bir şey ama benim yapamayacağım, yapmaya da çok gerek görmediğim işler. Aynı şeyi ben yapsaydım, aynı reaksiyonu almayacaktım çünkü.
Röportajın tamamını ‘Vogue Türkiye’ dergisinin bu ayki sayısında bulabilirsiniz.
Yazı: Ebru Çapa 
Fotoğraf: Cem Talu
Editör: TE Bilisim