MEDYA

Suna Üçkarışoğlu: İyi bir çocuk romancısı maden işçisi gibi çalışır.

Yazar Suna Üçkarışoğlu, "Çocuk romancısı ağır işçilik yapan madenciler gibi derinlere inemezse ortaya bir eserden çok uzak başka bir şey çıkar,” dedi.

"Deligonca", "Düşlerin Gerçeği", "Her Yerde İşaretler Var!”, “Zulmedici ve Cahil İnsanın Kendini Arayışı", “Şöhret Psikolojisi” romanlarının ardından çocuk edebiyatında eserler vermeye başlayan Gazeteci Yazar Suna Üçkarışoğlu, yazmak için çok sıkı çalışmak gerektiğini söyleyerek, “İyi bir çocuk romancısı ağır işçilik yapan madenciler gibi derinlere inemezse ortaya bir eserden çok başka bir şey çıkar,” dedi.

Büyük bir disiplinle çok sıkı çalıştığını belirten Gazeteci Yazar Suna Üçkarışoğlu, zaman kaybetmemek adına yürüyüşlerinden vazgeçtiğindeyse kaçınılmaz sonla karşılaşır. Elli beş kilodan seksen beş kiloya çıkar ve ağır bir kalp krizi geçirir. 

Doktorların ‘mucize kurtuluş,’ diyerek şaşırdıkları anlarda, yazarın tek düşüncesi bir an önce ameliyattan çıkıp yarım kalan çocuk romanını bitirmektir. Hastaneden taburcu olup yeniden bilgisayar başına oturduğunda ise ölürse yarım kalacak kitaplarını bitirmek için zamanla adeta yarışa başlar. Geceleri, gündüzleri, hafta sonları hiç durmadan yazar. Ona göre kaybettiği tek zaman yeniden kalp krizi geçirmemek adına yaptığı bir saatlik yürüyüşlerdir.

Bastırdığı, "Arkadaşım Sayılar Yasak Gezegen Dünya 2.0", "Arkadaşım Sayılar Virüs", "Kurtuluş Savaşı” adlı kitaplarını ve henüz bastırmadığı yirmi bir adet çocuk romanını bu süreçte yazar ve İMG Yayınları’nı kurar.

Gazeteci Yazar Suna Üçkarışoğlu, bugüne kadar kaleme aldığı yirmi dokuz eserin meydana geliş sürecini ve kendi yaşam hikayesini bakın nasıl anlattı.

-Kırk beş yılınızı gazeteci, televizyoncu, yapımcı, sunucu kimlikleriyle medyaya geçirdiniz. Yayımlanmış sekiz, yayımlanmaya hazır yirmi bir eseriniz var. Yazmaya olan sevginiz nasıl ortaya çıktı? Bu ilginizi, sevginizi, merakınızı nasıl fark ettiniz?

-İlk hikayemi ilkokul üçüncü sınıfta ders defterime yazdım. Yedi sayfalık bir hikayeydi. Anneme okudum. Annem hikâyeyi gerçek sanıp ağlamaya başladı. Hissettiğim duygu çok tuhaftı. Yazmayı hiç bırakmadım. Elbette okumayı da. İlk hikâye kitabım ilkokul birinci sınıfta ’Cin Ali serisi’ ve annemin aldığı ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ oldu. On üç yaşında Aristoteles, Descartes, Sokrates okumaya başladım. Yaşım gereği yazdıklarını o yıllarda anlamasam da onlar benim dostlarımdı. 

Türk yayıncılığında çocuk kitapları ve çocuk edebiyatı son yıllarda bir ivme kazanıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?

Bizim büyüdüğümüz zamanlarda çocuk edebiyatı diye bir şeyin lafını ettirmezlerdi. Ben çocuk romanları yazmaya başladığımda tek hedefim çocuklara nitelikli kitaplar yazabilmek ve onlarla bir bağ kurmaktı.
On yıl gibi bir süreyi çocuk edebiyatında nitelikli eserler verebilmek adına ders çalışarak geçirdim. Çok sağ olsunlar Millî Eğitim Bakanlığı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Ankara Gazi Eğitim Fakültesi, Marmara Üniversitesi’ndeki hocalarımızdan çok destek gördüm. Bu bilgilerin ışığında çocukların yaşlarına göre psikolojilerinin nasıl değiştiğini yıllarca inceledim hala incelemeye devam ediyorum. Defterler dolusu notlar alıyorum. Kendimi bu doğrultuda yetiştirmeye adadım. 

Çocuklar için yazan yazarların da aynı hedefe odaklanmasını hayal ediyordum ama kitaplarını okuduğumda benim de düşünemediğim bir durum çıktı ortaya. Bunu demeye üzülüyorum ama bu çoğalmaya karşın nitelikli çocuk kitapları yazanların sayısı çok az. Rafları çocuk edebiyatı ilkelerine ters düşen cicili bicili kitaplar doldurdu. Çalakalem yazıldıkları için içleri boş. Ne dili ne de içeriği çocuğa göre. Ticari kaygıları olan birçok yayınevi kimin yazdığını önemsemeden, içeriğe bakmadan çocuk kitabı yazdırmaya başladı.”


Bilim kurgu çocuk romanları da yazıyorsunuz, bu süreç nasıl gelişti? 

Aslında çocukluğumdan itibaren bilim kurgu, fantastik hikayeler içimde hep vardı. Hayal gücüm öyle genişti ki hala geniş, geceleri yatağımda film izleyebileceğim avcuma sığabilecek küçük televizyonlar hayal eder, mahalledeki arkadaşlarımla konuşabilmek için ağabeyimin balık tuttuğu misinalardan telefonlar yapardım. Lambaların içini boşaltıp içine su koyarak sinema filmi oynatır, geceleri kocaman parlak yıldızlara bakıp annemin radyosunun frekansları daha iyi çekmesi için iki yüz elli metrekarelik damamızın bir köşesinden diğer köşesine bakır teller çekip saatlerce uzaylıları dinlerdim. 1970’li yılların Türkiye’sinden söz ediyorum elbette. Siyah beyaz televizyonların, telefonların tek tük evlerde olduğu, internetin, bilgisayarların henüz hayatımıza girmediği yıllardan. 

Bugünün çocuğunun ilgi alanlarını dikkatle izliyorum. Bu konuda okullarda yaptığım söyleşilerin, imza günlerinin çok yararı oluyor. Davet edildiğim yerlere, uzak-yakın demeden gitmeye özen gösteririm. Mardin’e, Hakkari’ye kadar gittim, tekrar da giderim bir dakika düşünmem.”