Özgün Müziğin güçlü yorumcusu, sol kuşağın yeşil parkalı devrimci bacısı

TÜRKİYE’NİN RİTA PAVONE’Sİ SELDA BAĞCAN

VEYSEL BOĞATEPE

Dünyada Tom Paxton, Pink Floyd, Bright Eyes, Billy Bragg gibi sanatçılarla 1965’lerde başlayan Protest Müzik akımı, Türkiye’de 1970’lerin başında Türk Halk Müziğinin türü olarak Özgün Müzik, Protest Halk Müziği ve hatta Protest Arabesk Müzik kavramlarıyla anılmaya başlandı. Genellikle siyasi ve toplumsal çelişkileri, despotik yönetimsel anlayışları protesto ederek yerelden evrensele uzanabilen bir bakış açısına sahip olan Özgün-Protest müzik, marş türevi katı bir ritmin aksine ağıt tınıları içeren sanatsal kompozisyonlar taşır. Sokağın yarattığı bu akım, Türkiye’de ki toplumsal ve siyasi olayların sürekliliği nedeniyle çok katmanlı ve kavramlı bir türe dönüşmüştür. Öyle ki; Türkiye’nin her alanda büyük kırılmalar yaşadığı 12 Eylül 1980’den sonra Özgün-Protest Müziğe “12 Eylül Müziği”, “Sol Arabesk”, “Devrimci Arabesk” gibi kavramların yanı sıra 2000’li yılların başından itibaren bu kavramlara veya türlere Protest-Rap, Protest-Rack ve Gezi Müziği gibi kavramlarda eklenmiştir. Çalkantıların, belirsizliklerin başlangıcı olan 1970’de sözcük ve mekân olarak“sokak” kelimesi, 68 kuşağı karakterinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. 12 Mart ara rejiminin, 68 kuşağının toplum üzerinde ki etkisini kırma çabasına karşılık işçi sınıfı güçlü bir şekilde örgütlenmiş, öğrenci hareketleri toplum genelini etkilemeye başlamış, topraklarını korumak için köylüler de miting alanlarına inmiştir. Sol üzerinde baskının kurulmaya çalışıldığı ve toplumun da aşırı politize olduğu 70’lerde iktidar şiddeti de kendini 12 Mart darbesiyle güçlü bir şekilde göstermiştir. Sinan Cemgil, Kadir Manga, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ile Mahir Çayan gibi gençlik önderlerinin öldürülmeleri, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmeleri, sokak mücadelesi veren kuşağı derinden etkilese de 12 Eylül 1980 Askeri darbeye kadar toplumsal muhalefetini geriletememiştir.

Âşık Mahzunî Şerif, Âşık İhsanî gibi halk ozanlarının 60’lı yıllarda emekçi ve yoksul halkın dertlerini, ülkenin siyasi sorunlarını dile getirdiği protest öğeler içeren türküleri, toplumsal muhalefetin hareketlenmesine paralel olarak popüler olmaya başlamıştır. Birçok kez hapse girmesine rağmen protesto tavrından ödün vermeyen Mahzunî’nin “Katil Amerika” ile 12 Mart Muhtırası’ndan sonra da Nihat Erim Hükümeti’ni eleştirdiği “Erim Erim Eriyesin” adında ki türkülerinin büyük ilgi görmesi, sonraki yıllarda Edip Akbayram, Selda Bağcan ve Cem Karaca gibi isimlere kaynaklık edecekti. Edip Akbayram, Mahzunî’nin türkülerini modernleştirerek okurken, Selda Bağcan ise köylü ve işçinin sorunlarını dile getiren türkülerle üniversite gençliği tarafından büyük bir ilgi ve beğeniyle karşılanıyordu. Devrim-Sosyalizm değerlerine kendini adayan, önderlerinin katledilmesiyle de yenilmişlik hissine kapılan sol gençliğin bu histen sıyrılıp yeniden ve güçlü bir şekilde örgütlenmeye başlaması, protest müziğin doğmasını, beslenmesini ve hızlı bir şekilde ülke geneline yayılmasını sağlamıştı. Bu dönemde yükselen toplumsal muhalefetle birlikte iktidar şiddetini, halkın temel sorunlarını ve adaletsizliği konu edinen Protest Müzik, temel de âşıklık geleneği ile toplumcu-gerçekçi şiirler üzerine kurularak varlığını göstermeye başlamıştır. Türkiye’nin yoğun politik günlerden geçtiği 1970’lerde Protest Müzik hızla toplum geneline yayılarak doruk noktasına çıkmıştır. Bu yazıda, protest-özgün müziğin güçlü yorumcularından Selda Bağcan’ın yaşamını tüm yönleriyle ele alırken, siyasi çalkantıların şiddetini arttırdığı 1970 ile 1980 arasındaki devrimci gençlik hareketinin mücadelesine ilişkin hafızalarımızı da yoklamış olacağız.

Köklü ve müzisyen bir ailenin tek kızı

Aslen Makedonyalı göçmen bir aileye mensup Havva Selda Bağcan’ın babası Selim bey, Manisa / Turgutlu’nun kenar semtlerinden Kır mahallesinde bağcılıkla uğraşan bir aileye mensup yüksek tahsil yapmayı başarmış, flüt, saksafon ve akordeon çalmayı öğrenmiş veteriner hekimdir. Annesi Fevziye hanım ise kökeni Kırım’a dayanan, hekimlikten noterliğe geçmiş zengin bir ailenin öğretmen kızıdır. Havva Selda Bağcan, 14 Aralık 1948’de veteriner hekim Selim bey ile öğretmen Fevziye hanımın üçüncü ve tek kız çocuğu olarak Muğla’da dünyaya gelir fakat Selda henüz iki yaşındayken Serter adını verdikleri üçüncü erkek çocuk da aileye katılır. Savaş, Sezer, Serter ve Selda adında dört çocuklu aile reisi Selim bey’in tayininin Van’a çıkmasıyla ailesinden ayrılmak zorunda kalır. Selim bey’in ailesini yanına alabilmesi için iki yıl boyunca eşi Fevziye hanımın tayininin çıkmasını bekler. Nihayet iki yıl sonra aile Van’da tekrar bir araya gelir. Selim bey hayvan kontrolü için dolaştığı köylerde yaygın olan tifoya yakalanır. Grip teşhisi konulur fakat tedavisi gecikince henüz 46 yaşındayken 1957’de hayatını kaybeder. Genç yaşta dul kalan Fevziye hanım, çocuklarını da alarak Ankara’daki kız kardeşinin yanına döner. Bir süre onlarla birlikte yaşadıktan sonra Kurtuluş semtinde satın aldığı eve taşınır ve Ortaokul çağına gelen Selda’yı da Kurtuluş Ortaokuluna kayıt ettirir. Van gibi kırsal bir bölgede henüz 8 yaşındayken kardeşleriyle birlikte 1954’te küçük bir sinema salonunda ilk solo konserini veren Selda’nın Ankara’ya taşınması, kendisine daha rahat ve özgür bir çalışma alanı yaratacaktır.

Ankara’da ki teyzesinin evinde gördüğü piyanoya dokunmak yasak olduğu için kuzenine ait telleri kopuk gitarı tamir ederek kardeşleriyle birlikte The Beatles, The Rolling Stones, The Animals gibi müzik gruplarını dinleyerek kendi aralarında besteler yapıp şarkılar söylerler. Müziğe olan tutkusunu henüz 8 yaşından beridir bilen aile ve akrabaları, kendi aralarında para toplayarak yedi bin liraya Grundig marka teyp alırlar. Kardeşleriyle birlikte radyoda dinledikleri Latin şarkıları teybe kaydederler fakat Selda dinlemekle kalmaz şarkıların sözlerini bir kâğıda yazarak, ezber yaparak farkında olmadan repertuarını oluşturmaya başlar. Teyzesine ait evin alt katında başlayan müzik macerasının, İtalya’dan gelen Mario adında ki müzisyen ile hobi olmaktan çıkarak mesleğe dönüşeceğinden henüz haberleri yoktur. Ortaokul öğrencisiyken Catherina Valente’nin “Aşk ve Müzik” filminin etkisiyle gitara ilgi duyan Selda, İtalyan Mario’dan gitar dersi alan ağabeyinden de gitar çalmayı öğrenir. Gitar eşliğinde Latin ve Batı şarkılarını çalıp söyleyen Selda’nın sahneye çıkacak kadar özgüvenini kazanmasında ailesinin büyük desteği olur. Henüz 15 yaşındayken halkın karşısına çıktığında batı icadı gitarla türkü söyleyen küçük Selda’yı yadırgasalar da özgüveni, kendine özgü sesi ve yorumu kısa sürede toplumsal önyargıları kırmakla kalmaz, Ankara’nın “Küçük Selda”sı olarak anılmaya, tanınmaya başlar.

Lise öğrencisiyken Güney Park Gazinosu’nda çalışan ağabeylerinin yardımı ve desteğiyle ilk defa 1963’te kurumsal bir mekânda sahneye çıkar. Gazino müşterileri, gitar eşliğinde yabancı dilde şarkılar söyleyen 15 yaşındaki Selda’ya büyük ilgi gösterirler. Bir süre gazinonun yaz dönemi programlarında sahneye çıkar ancak küçüklüğünden beridir müzik konusunda destek veren ailesi, fizik dersinden bütünlemeye kalmasını gerekçe göstererek okuması konusunda ısrarcı olur. Liseyi bitirene kadar müziğe ara vermek zorunda kalsa da müziğe olan tutkusunu Ankara Radyosu’nda İngilizce, İtalyanca ve İspanyolca şarkılar söyleyen Alpay’ı takip ederek sürdürür.

Türkiye’de “Rita Pavone”, Avrupa’da “Zelda”

Liseyi başarıyla tamamlayan Selda’nın Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Mühendisliği bölümünü kazandığı yıllarda Türkiye’de 1968 gençlik hareketleri hızla yayılmaya başlamış ve buna paralel olarak Türküler ile Anadolu Pop, muhalif gençliğin protesto ifade dili haline gelmiştir. Sol gençliğin sahiplendiği bu iki müzik türü, siyasi olaylar ve gençlik hareketine paralel olarak toplum genelinde bir anda popüler duruma gelmiştir. Çalkantılı bir dönemin başlangıcı olan bu yıllarda Güney Park Gazinosu’ndan ayrılan ağabeylerinin 1970’te Tunalı Hilmi Caddesi’nde açtıkları daha sonra da Kızılay Meydanı’na taşıdıkları “Beethoven” adında ki gece kulübü, kısa sürede dönemin ünlü radyo ve saz sanatçılarının da uğrak yeri haline gelir. Fakülte öğrencisi Selda da dönemin ünlü sanatçıları Cem Karaca, Ayla Dikmen, Esin Afşar ve Barış Manço ile burada tanışır. Ağabeylerinin mekânında Cem Karaca ve Barış Manço’dan sonra sahneye çıkıp şarkılar söyler, kimi zamanda şarkılarını, türkülerini onlara dinletip, görüş ve önerilerini alır. Fakat radyolardan düzenli olarak dinlediği, takip ettiği Fikret Kızılok ile tanışma fırsatı bulamaz. Çünkü Kızılok’un kulübe geleceği gün 12 Mart İhtilâl’i olur. İhtilal nedeniyle sohbetler, dönemin ünlü türkü sanatçısı Saniye Can’ın evine taşınır. Saniye Can’ın yeğeni Nükhet ile fakülteden arkadaşı olması, dönemin koşullarına göre Selda’ya mükemmel bir fırsat yaratır. Nükhet’in aracılığı ile Saniye Can ile tanışma, evindeki sohbetlere katılma şansı bulan Selda’nın ilgi ve tarzında halk müziğine yönelik değişimlerde burada başlar. Ergenlik yıllarında İngilizce, İtalyanca ve İspanyolca dillerinde batı müziği ile ilgilenen ve bu dillerde şarkılar söyleyen Selda; Cem Karaca, Barış Manço ve Fikret Kızılok gibi Anadolu Rock müziğine yönelir. Derlediği geleneksel halk türkülerini dinlettiği Barış Manço ile Cem Karaca“Tatlı Dillim” ile “Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle” adlı türküyü beğenmekle kalmaz plak çıkartması için teşvik ederler. İstanbul’a gelmesini, yardım edeceklerini söylerler fakat sonradan bu iki türküyü Cem Karaca ile Barış Manço kendi plaklarına alırlar. Bu durum Selda’yı yeniden batı müziğine yöneltir.

Kendisini en iyi batı müziği ile ifade edebileceğini düşünerek radyolardan düzenli olarak takip ettiği Alpay ile tanışması, müzik kariyerine başlamasında ilk ve en önemli adımdır diyebiliriz. Çünkü önceden bantlara kaydettiği batı tarzı şarkılarını dinlettiği Alpay, kendi stüdyosunun kapısını açmakla kalmaz, İspanyolca şarkıları stüdyo ortamında yeniden okutarak bantlara alır ve 1960’larda popüler müziğin önde gelen isimlerinden ve aynı zamanda da yabancı şarkılara Türkçe sözler yazma akımını başlatan Fecri Ebcioğlu ile Ankara Radyosu’na gönderir. Ebcioğlu, Selda’nın bant kayıtlarını Ankara Radyosu’ndan müzik severlere dinletirken 1960’ların ünlü İtalyan Rock şarkıcısına benzeterek “Türkiye’nin Rita Pavone’si” olarak tanıtır. Radyo yayınlarıyla Türkiye’nin dört bir yanına sesini duyuran Selda’nın ses ve yorumunu beğenen Menajer Erkan Özerman, onun uluslar arası alanda tanıtılması gerektiğini düşünerek plak doldurması için İstanbul’a davet eder. Bazı kaynaklarda Özerman’ın firmasından “Zelda” adıyla plak çıkarttığına, 1990’larda festivale katılmak üzere İsrail’e gittiğine dair ifadeler var. Ancak diğer bir kaynakta ise Uluslar arası alanda İbranice “Mutlu” anlamına gelen “Zelda” sahne adıyla tanıtmak istediği Selda’yı, Saner Plak’ın sahibi Adnan Saner’e götürdüğü fakat yorumunu yetersiz bulduğu için de yatırım yapmak istemediği ve böylece projenin rafa kaldırıldığı yazılıdır.

Batı müziği ile başladığı çocukluk hayalleri sekteye uğrayan Selda, şansını denemek için yeniden Türk halk müziğine yönelir. TRT Ankara’da “Mahpushaneler” adında program yapan Poyraz Reklam’ın sahibi Türkan Poyraz ile tanışması, Selda adının Türkiye genelinde tanınmasında ikinci büyük adım olur. Bağcan’da ki eksikliğin diksiyon olduğunu fark eden Poyraz, bir yandan diksiyon konusunda kendisine yardım ederken diğer yandan da Tatlı Dillim, Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle, Mahpushane İçinde Mermerden Direk, Çemberimde Gül Oya adlı türkülerin bant kaydını yaparak TRT Denetleme Kurulu’na gönderir. Henüz adı pek bilinmeyen fondaki ses, Denetleme Kurulu’nca çok beğenilir ve yayınlanmak üzere radyolara dağıtılır. Türkan Poyraz ayrıca denetime gönderdiği türkülerden “Mahpushanelere Güneş Doğmuyor” adlı türküyü programının fonunda kullanır. Türkiye’de “Rita Pavone” Avrupa’da ise “Zelda” sahne adıyla tanıtmak istedikleri Selda, Türkan Poyraz’ın çabaları sonucu üç ay sonra da Temmuz 1971’de ilk iki 45’liğini “Selda” adıyla aynı günde yayınlar. Müzik dünyasına adeta paraşütle inen Selda’nın “Kâtip Arzuhalim Yaz Yâre Böyle” adındaki 45’liği bir anda müzik listelerinin üst sıralarına yerleşir. Beklenmedik bu ilgi, ilerlemesi gereken yolu belirlenmesinde ve kendini ifade edebileceği tarzı seçmesinde etkili olur. Selda artık halkla beraber halkın türkülerini söyleyecektir.

İlk 45’likler, ilk dedikodular ve iddialar

Selda Bağcan’ın düzgün diksiyonla söylediği türkülerin radyolarda yayınlanmasından kısa bir süre sonra plakçılar kapısını aşındırmaya başlar. Ankara’daki Cihan Plak Deposu’nun yedi bin beş yüz liralık teklifini kabul ederek “Sel Plak” etiketiyle ilk iki 45’liğini 1971’de peş peşe çıkartır. Bu iki 45’likte Bağcan’ın favorisi Kâtip Aruz Halim Yaz Yâre Böyle, Tatlı Dillim, Mahpushane’de güneş Doğmuyor, Mahpushane İçinde Mermerden Direk adlı türküler de yer alır. İlk iki 45’liği büyük ilgi görür. Bağcan, Cihan Plak Deposu’nun sahibi Mehmet Tunç ile dönemin büyük plak şirketlerinden Türkola’nın sahibi Yılmaz Asöcal’ın altı plak karşılığında yüz bin lira teklifini de kabul eder. Anlaşmanın ardından plaklarında Çanakkale Türküsü, Çemberimde Gül Oya, Toprak Olunca gibi türkülerin yanı sıra Sirkeci’de kaldığı otelin karşısındaki plakçıdan duyduğu ve çok beğendiği Ali Ercan’a ait “Adaletin Bu mu Dünya” adındaki türküyü de okur ve plak bu isimle yayınlanır. Fakat kendisini yasakla tanıştıracak olan türkü, aynı plakta yer verdiği “Mahpushanelere Güneş Doğmuyor” adlı türküdür. Bu türkünün yer aldığı plak ile bir anda listelerin en üst sıralarına yerleşerek dikkatleri üzerine çeker.

Sol gençlik hareketinin aktif olduğu bir dönemde hızlı bir şekilde piyasaya giren ve büyük ilgi gören Bağcan’ın “Mahpushanelere Güneş Doğmuyor” adlı türküsünü TRT Ankara’da “Mahpushaneler” adında program yapan Türkan Poyraz’ın fonda kullanması ve kısa sürede fondaki sesin de Bağcan’a ait olduğunun anlaşılması, beraberinde asılsız iddiaları ve yasakları da getirir. Neşat Ertaş’a bu ait türkünün sözleri, o esnada cezaevinde olan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ile ilişkilendirilerek onlara ithaf edildiğine ve hatta Bağcan’ın Deniz Gezmiş’in gizli sevgilisi olduğuna dair iddialar ortaya atılır. Tutukluların radyo dinlemesi serbest olduğundan Deniz Gezmiş ile arkadaşları, Selda Bağcan ismini biliyor olsalar da gerçekte Deniz Gezmiş ile hiç karşılaşmadığı gibi mitinglere dahi katılmamıştır. Yasağın asılsız iddialardan kaynaklandığını ise beş sene sonra 1976’da bir konser sonrası gazetecilerin sorusu üzerine öğrenir.

Yasakların başlangıcını oluşturacak bu iddiaların henüz farkında olmayan, hızlı çıkışının büyüsüyle anlaştığı 6 plağı peş peşe yayınlamaya devam eden Bağcan’ın cezalandırılması için bu iddialar yeterli nedeni oluşturur ve“Adaletin Bu mu Dünya” adındaki plağının yayınlanmasıyla TRT Denetleme Kurulu bu defa “Yayınlanamaz” kararıyla kapılarını Bağcan’a kapatır. İlk yasakla, sansürle bu şekilde tanışan Bağcan, aynı yıl içinde (1971) ve aynı isimle Yılmaz Duru’nun çektiği filmde rol alarak plağını tanıtmayı dener ancak TRT, Bağcan’ın müzikseverlere ulaşmasını engellemekte son derece katı ve kararlıdır. Onu halktan ve radyodan uzak tutmak için türlü yollara başvurur, bahaneler üretir. Örneğin; Gesi Bağları adlı türküsü “solistin sesi havalıdır” gerekçesiyle sansürlenir. Denetimi aşabilmek için “Aşkın Bir Ateş” ile “O günler” adlı türküleri İspanyol gırtlağı ile okurken, denetimden geçmeyeceğini bildiği halde 12 telli gitar, bağlama ve basgitar eşliğinde “Kızıldere” türküsünü de plağa alır. Bu tavrıyla adeta sansüre meydan okurken, giderek politize olduğunun ve devrimci kitle tarafından benimsendiğinin de henüz farkında değildir. Yasağı aşmak, kitlelerle yeniden buluşmak için de gazinoları, sahneleri dener. Dönemin pop müziğin mabedi sayılan Fitaş Sinemasında ilk konserini verir. Vedat Yıldırımoba, Monalo Corrales, Atilla Yıldırım, Selim Atakan, Zeki Erhan ve Saadettin Öktenay’dan oluşan orkestra eşliğinde verdiği konserde pek de iyi sayılabilecek performans sergileyemese de ilgiyle karşılanır. Ardından İstanbul’daki Playboy Kulüp’te sahne alır ama devrimci kitle tarafından tepkiyle karşılanır. Tepkileri dikkate almayan, önemsemeyen Bağcan, İzmir Fuarı’nda sahneye ilk defa perukla, makyajla, tuvaletle çıkarken, seyirciyle de sıcak ve yakın iletişim kurmaya gayret gösterir. Dönemin koşulları içerisinde izlediği ideolojik çizgiyle tezatlık oluşturan değişikliğin, dönüşümün nedenini “Kimse beni hırpani görmek istemiyor” sözleriyle açıklar.

Bir yandan gazino ve kulüplerde sahne alırken dönemin müzik gruplarıyla da birlikte çalışmaya başlar. Moğollar Grubu ile Şubat 1972’de anlaşması, müzikseverleri heyecanlandırsa da birliktelikleri bir 45’likle sınırlı kalır, ticari anlaşmazlıklardan dolayı ayrılırlar. İlginçtir ki TRT’nin kapılarını kapattığı Selda, en popüler isimlerden birisi olduğu için aynı yıl içerisinde (1972) Dışişleri Bakanlığı tarafından Bulgaristan’da yapılacak olan “8. Altın Orfe” yarışmasında Türkiye’yi temsil etmekle görevlendirilir. Ancak yarışmada seslendirdiği “Tatlı Dillim” ile “Kogato Te Po Tirsya (Seni Aradığım Zaman)” şarkıları dereceye giremez. Ertesi yıl (1973) “Değişim” adıyla kendi plak şirketini kursa da başka şirket ile anlaşması olduğundan çıkartacağı 45’liği kardeşi Serter’e doldurtur. Yaklaşık bir yıl sonra da (1974) “Kardaşlar” grubu ile bir araya gelir fakat bu birliktelik de uzun sürmez, iki ay sonra yollarını ayırırlar. TRT’nin yasakladığı 1971’den, sol rüzgârın da giderek şiddetlendiği 1974’e kadar çeşitli gazete ve dergiler tarafından yılın en başarılı vokali seçilerek ödüllendirilir.

TRT yasağı yirmi yıl sürdü

Türküleri TRT’de yasaklı olsa da plak doldurmaya, sahnelerde dinleyicileriyle buluşmaya devam eden Selda, 1975’te gazino ve kulüp dönemini tamamen kapatırken ibresini de büyük bir cesaretle yeniden sola çevirir. Yönetime olan muhalefetini, sözleri Şemsi Belli’ye ait oldukça sert bir söyleme sahip “Anayasso” adındaki güfteyi besteleyerek dile getirir. Yeniden çıkış yapabilmek için de uzunçalar çıkartmayı planlar ve 1976’da ilk uzunçalarını çıkartır. Arif Sağ’ın bağlamasıyla yer aldığı uzunçalarında pop’tan ziyade batı tarzında söylediği Nasırlı Eller, Meydan Sizindir, Yaylalar, Dam üstüne Çul Serer, Kızıldere, Mehmet Emmi, Dost Uyan, Yaz Gazeteci, gibi türkülere yer verir. Uzunçaların sürprizleri ise Edip Akbayram’ın“İnce İnce Bir Kar Yağar” ile Tülay’ın “Niye Çattın Kaşlarını” adındaki türkülerdir. Aynı yıl içerisinde “Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi” adındaki türküden dolayı hakkında soruşturma açılan ve 1977’de sanık sandalyesine oturan Selda’nın ilk uzunçalarını yayınladığı bu dönemde toplumsal olaylar şiddetini arttırmış, Türkiye 12 Eylül Askeri darbeye doğru sürüklenmektedir. Uzunçaları bazı kesimlerden tepki alsa da bağlamasıyla her ortamda sahneye çıkıp sol müziğin bayraktarlığını sürdürmekten çekinmez. Devrimci şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in 1976’da “Koçero Vatan Şiiri” adlı kitabına adını veren aynı isimli şiirini, 1978’de besteleyerek plağına alır. Ancak Türkiye şartları uygun olmadığından Almanya’da yayınlar. Aynı yıl içerisinde Cem Karaca ile birlikte Türkiye’nin 66 şehrinde konser veren Selda’ya, korsan baskıların Türkiye’ye girişiyle siyasi şube tarafından soruşturma açılır. Sivil polisler tarafından ifadesi alınmak üzere birinci şubeye götürülüp kaset dinletildikten sonra “Şarkıları söyleyen sen misin?” sorusuna “Benim” yanıtını verir. Soruşturmadan sonra serbest bırakılsa da vermiş olduğu bu yanıtın, askeri darbeden hemen sonra tutuklanması için iyi bir neden oluşturacağının farkında değildir.

Batı Avrupa turnesine başladığı 1973’ten 1979’a kadar herhangi bir sorunla karşılaşmaz fakat darbenin tam da “geliyorum” dediği 1979’ların sonunda Cem Karaca ile birlikte gittiği Almanya turnesi, tevkif edilmesi için yeterli sebebi oluşturacaktır. Turnede Karaca ile mitinglere katılmasının, Karaca’nın sol elinde market torbası, sağ elinde megafon ile “Internationale Solidarität -Uluslararası Dayanışma” sloganları atmasının bedelini ağır ödeyeceğinden habersiz, 1980’de bu kez Zülfü Livaneli ile turneye çıkar. Yaptığı işin legal olduğunu düşünerek darbeden yaklaşık altı ay önce 27 Nisan 1980’de ülkeye giriş yapan Bağcan,“Yurtdışında ülke aleyhine yürüyen sanatçılar” listesine girdiğini, Bab-ı Ali’de yayın yapan “Amiral Gemisi”nin yan ürünlerinden olan magazin ekindeki haberden öğrenir. İlginçtir ki Almanya mitinginde Cem Karaca ile çekilmiş fotoğraflı haberi yapan gazetenin magazin sorumlusu da Cem Karaca’nın eşinin eski kocasıdır.

Ev arkadaşı Ferhan ile kaldığı evin kapısı Thomsonlu sekiz polis tarafından basılarak orada sorguya çekilir. Duvarda ki saz işaret edilerek çalması istenir fakat “Kusura bakmayın, müsait değilim” diyerek polislerin isteğini geri çevirir. Şubeye götürülür, oradan da savcının karşısına çıkartılır. Listede adı geçen herkesi örgütle ilişkilendirmeye çalışan savcı tarafından Almanya konserinde Cem Karaca’nın mitinglerde neler söylediği, Melike Demirağ’ı tanıyıp tanımadığı sorularına maruz kalır. Verdiği ifadeler sonucunda delil yetersizliğinden serbest bırakılır fakat kendisine resmi belge verilmez “Bir şey olursa bizi ararsın” denilir. İlk yasağını 1972’de TRT ile gören Bağcan,12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte 1981’den 1987’ye kadar olan süreci gözaltı, soruşturma, tutukluluk ve yasaklarla geçirir. Tüm suçlamalardan aklanıp beraat etse de dönemin tek televizyon Radyo kanalı TRT yasağı, 1992’e kadar devam eder. Yirmi yıl boyunca TRT’de ne sesi duyulur ne de yüzü görünür.

Yeşil parkalı devrimci bacının Kadife eldivenli darbe ile sınavı

Selda Bağcan’ın ilk tutukluluğu, askeri darbenin ardından 27 Mayıs 1981’de “Koçero” türküsü yüzünden olur. Yukarıda da belirttiğim üzere devrimci şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Koçero Vatan Şiiri”ni besteleyip Almanya’da satışa sunan Bağcan, bu türkü ile suçlanarak 33 yaşında gözaltına alınır ve ardından tutuklanarak cezaevine gönderilir. Suçlanmasının nedeni de açıktır; söz konusu türküde o dönemlerde sınır kaçakçılığı yapan Batman’ın Beşiri ilçesinin Alikan aşiretine mensup komünist Kürt Koçero adlı eşkıyadan övgüyle söz edilmesinin yanı sıra düzene, gazete patronlarına, para babalarına, kapitalizme ve politik sürtüşmelere eleştiriler yöneltmesidir. “Gocunmayın ağalar beyler, hanımlar / Alınıp incinmeyin / Patron gazetelerinde yüksek tirajdır Koçero / Hükümet programında bir nakli yekûn / Kapitalist dış basında Nobellik roman / Politik sürtüşmelerde bir yılan hikâyesi…” dizelerinin de yer aldığı oldukça uzun olan bu şiiri ilerleyen yıllarda Ahmet Kaya ile birlikte çıkartacağı kasete almakla kalmayacak, kasete de aynı adı verecektir.

Onun cezaevine girişi, tutuklu kadınlar tarafından alkışlarla karşılanır. Kırk gün sonra da delil yetersizliğinden serbest bırakılır ancak bu ne ilk ne de son olacaktır. 1984’te ikinci defa kapısı çalınır. Sivil kıyafetli kibar birisi “hadi gidiyoruz “der ama Bağcan’ın deyimiyle komşulara rezil olmamak için kendisini almaya gelen bu kibar adamı içeri davet etse de arabanın beklediğini söyleyerek davetini geri çevirir. İşkence şubesi olarak mimlenmiş birinci şubeye götürülerek tutuklanır. Filistin askısından elektrikli sandalyeye kadar türlü işkence yöntemlerinin yanı sıra tuvalete gitme yasağı gibi insanlık dışı uygulamaların olduğu birinci şubenin şilteli olan hücrelerinden birisine atılırken, koğuş eylemlerine katılmaması konusunda da “koğuşları basıyoruz, sizi de döveriz” uyarısı yapılır. Bağcan’ın yanıtı ise “dövün” olur. İbrahim Kaypakkaya’nın ölüm yıldönümü olan 18 Mayıs’ta, koğuşta anma yapılacağını öğrendiğinde ve katılmak istediğini söylediğinde cezaevi deneyimi olan koğuş arkadaşları, acıyı hafifletmek için kalın giyinmesi konusunda uyarırlar. Gerçekten de beklemedikleri bir anda koğuş basılır, bir yandan alttan tazyikli su basılırken diğer yandan da koğuştaki yataklar dağıtılır. Bağcan tedbir amaçlı kalın giyinmiştir ama bu defa kimseyi coptan, sopadan geçirmezler. Sonraki gözaltı “Sordum sarı çiftlik sahibine / dedi ki babamdan kaldı” dizelerinin yer aldığı 1975’te yayınlanan ve o dönem Hey Dergisi’nin 45’likler listesinde bir numaraya yerleşen “Kaldı Kaldı Dünya” şarkısı sebep gösterilir. Soruşturmadan sonra tekrar Metris cezaevine gönderilir. Devrimci mahkûmların kaldığı koğuşlar kendisini yine marşlarla, türkülerle karşılar.

Şarkılarından, türkülerinden dolayı 12 Eylül 1980 döneminde yedi ayrı davadan soruşturmalara uğrayan, yargılanan Bağcan, 1981’de bir kez, 1984 ise iki kez cezaevine girer. Toplamda 4,5 aylık mahkûmiyetinin tamamını Metris Cezaevinde tamamlar. Yaklaşık 9 yıl süren mahkemeler sonuçlanana kadar pasaportuna el konulur, yurtdışı çıkışı ve konserleri yasaklanır. Bu süreçte en büyük desteği yakın arkadaşı Seyyal Taner, Zeki Müren, Müjde Ar ve Müjdat Gezen’den görür. Suçlandığı davaların tamamından beraat etse de suçlamaya neden olan şarkılarına, türkülerine yasak getirilir. Yine Türkan Poyraz’ın yardımıyla Özal Hükümetinden 1987’de İstanbul Milletvekili seçilen Adnan Kahveci’ye ulaşır ve onun aracılığı ile aynı yıl içerisinde pasaportunu geri alır. Pasaportunu geri alabilmesi için de bildiği her şeyi anlatması konusunda bir şart ileri sürülmüş olmalı ki pasaportunu aldığı günün ertesi, Selimiye Askeri savcısına giderek bildiklerini anlatır. Tutuklanma endişesiyle Savcıya gitmeden önce de bir bavul dolusu kıyafeti yanında götürür.

Müzik dünyasına “Selda” olarak girdiği 1971’den, 1981’de tutuklanıp gazetelere haber olana kadar albümlerinde soyadına yer vermeyen Bağcan, devrimci kuşağın kendisini soyadı ile anmasından dolayı sonraki kaset ve albüm çalışmalarına “Selda Bağcan” olarak devam edecektir. Sol gençliğin yeşil parkalı devrimci bacısı olarak içselleştirdiği Selda Bağcan, ilerleyen yıllarda muhafazakâr olduğunu, solun muhafazakârlara göre daha katı ve tutucu olduğunu ileri sürerek gerçekte başından beridir sol ile arasına koyduğu mesafeyi dolaylı bir şekilde dile getirecektir.

Popülizme yönelmesi, sadık sol kitlesini rahatsız etti

Türkiye’nin her alanda büyük kırılmalar yaşadığı 12 Eylül 1980 Askeri darbesiyle şarkıları ve türküleri yüzünden soruşturmalar geçiren, üç defa da hapse giren Bağcan, pasaportuna 7 yıl (1987’ye kadar) süreyle el konularak çıkma yasağı getirildiği bu dönemlerde konserlere, festivallere davet edildi. Rock sanatçısı Peter Gabriel’in desteklediği, Womad Vakfı tarafından 1986’da organize edilen “The Woman Foundation / Word Of Music And Dance”ye davet edilmesine rağmen yasağından dolayı katılamasa da festival plağında bir şarkısına yer verildi. Yasağının bittiği 1987’den itibaren de yurtdışında düzenlenen festivallerin, davetlerin aranan sanatçısı olmakla kalmadı ünlü Time Dergisi, Safiye Ayla ile birlikte Selda Bağcan’ı “Efsane Kadın Sanatçılar” listesine aldı. Aynı yılın Haziran ayı içerisinde Womad and Glastonbury, Jubilee Gardens, Earls Court, Capitol Radio, Rotterdam Sanat Festivali olmak üzere sadece bir ay içerisinde beş önemli yurtdışı festivaline davet edildi. Darbe öncesi Cem Karaca ve Zülfü Livaneli ile gittiği Batı Avrupa konserlerine 1998’den sonra bu defa tek başına giderek dört ay boyunca Avrupa Turnesi kapsamında konserler gerçekleştirdi. Türkiye’yi de dolaşarak halka açık, ücretsiz konserler verdiği 1989 / 1990 arasında Rasa Organization’un “Interkulturel Centrum”un davetlisi olarak Hollanda’nın Utrecht, Nijimegen, Tilburg kentlerinin yan sıra Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin Prizien ile Priştine kentlerinde de konserler verdi. Yine bu yıllar arasında Danimarka’nın Arhus kentinde düzenlenen “Esintiler” adlı festivalin yanı sıra İsrail’de düzenlenen “Acco” festivaline dört kez davet edildi. Festival kapsamında İsrail’de ki “Khanel Umdan” adlı Osmanlı kalesinde ve Ehal Hatarbut konser salonunda iki konser ile iki de televizyon programı gerçekleştirdi.

Yasaklı yıllardan sonra müzik piyasasına hızlı bir şekilde ve kendini her yönüyle yenileyerek giren Bağcan, 1997’de düzenlemelerini Osman İşmen’in yaptığı “Çiftetelli” albümünü yayınlandı. Bu albüm ile dinleyici kitlesini her ne kadar genişletse de sadık sol kitleyi rahatsız etmişti. Başarının bilet satışı ve dolayısıyla da gişe hâsılatı ile ölçüldüğü Türkiye’de Bağcan, devrimci sol ile aralarındaki kopukluğu onarmak için yaklaşık bir yıl sonra 1988’de “Özgürlüğü ve Demokrasiyi Çizmek” adında bir albüm daha yaptı. Çok geçmeden yaklaşık dört yıl sonra (1992) tekrar popülizme yönelerek bu defa sözleri Aysel Gürel’e ait “Ziller ve İpler” albümünü çıkartır fakat sadık sol kitlesini de kaybetmek istemez. O nedenle 1993’te kaybettiğimiz gazeteci yazar, Kemalist Uğur Mumcu’yu Ali Çınar’ın “Uğurlar Olsun” adlı şiiriyle anarken, aynı yıl içerisinde dinci bağnazlığın gerçekleştirdiği Sivas katliamını“Canımı Yakanlar Baktı Dumana” adlı türküyle protesto ederek toplumsal olaylara duyarsız kalmadığını göstermiş olur. Geçmiş günlerin politik yoğunluğunu duyarlı bir söylemle dile getirdiği “Denizlerin Dalgasıyım” albümünü 2004’te yayınlasa da popüler ile devrimci kültürü birbirinden ayıran o keskin muhafazakâr çizginin ortasında durma arzusunu günümüze kadar sürdürdür.

Tüm bu nişli çıkışlara rağmen 2010’da Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu tarafından Almanya’nın Köln / Arena Gösteri Salonu’nda düzenlenen, 18 bin kişinin katıldığı ve 2.167 müzisyenin aynı sahnede bir araya geldiği “Bin Yılın Türküsü / Bin Bağlama, Bin Semah” adındaki konserde Uğurlar Olsun ile Aldırma Gönül adındaki türküleri seslendirdi. Daha sonra görüntülerini “Turna Semahı” adlı türkünün video klibinde kullanacağı bu konser, en kalabalık sanatçı ve izleyici topluluğu olarak “Guinness Rekorlar Kitabı”na girdi. The Times gazetesinin yayınlandığı, aralarında Edith Piaf, Fairuz, Maria Callas, Mercedes Sosa, Joan Baez, Ümmü Gülsüm, Billie Holiday gibi isimlerin de bulunduğu “Dünya Müziğinde Yaşayan Efsaneler ve Tarihi Kadın Şarkıcılar” adlı 81 kişilik listede Safiye Ayla ile birlikte“Efsane Anadolu Şarkıcısı” olarak yerini aldı. Rollin Stones Dergisi’nin “Son Yüz yılın En İyi 100 Kadın Vokali” listesine aldığı Bağcan, 2012’de Londra Olimpiyatları kapsamında düzenlenen Meltdown Festivali’nde Quenn Elizabeth Hall’da, Türkiye’de düzenlenen “Ekşi Fest 2015” festivalinde ise İsrailli müzik gurubu “Boom Pam” ile birlikte sahne aldı. Hemen ertesi yıl düzenlenen İspanya’nın Barselona şehrindeki “Primavera Sound” festivali kapsamında da sahne aldı.

Türküleri devrimci solcular tarafından popüler hale getirildi

Selda Bağcan’ın özellikle de yurtdışında tanınmasını sağlayan türkü, 1976’da “Türkola” albümünde yer verdiği Âşık Mahzuni Şerif’in “İnce İnce Bir Kar Yağar” adlı türküsüdür. Onun yurtdışında tanınmasının yolunu açan da en iyi rap albümü ve en iyi rap performansı dallarında Grammy ödüllerine aday gösterilen Amerikalı aktör ve müzisyen Mos Def’dir. Gerçek adı Dante Terrell olan Mos Def, “The Esctatic” adındaki albümüne aldığı “Supermagic” şarkısını bu türküye uyarlayarak seslendirmiş ve ardından Electronic Art adındaki şirket tarafından piyasaya sürülen “Skate 2” adlı oyuna yine Mos Def tarafından uyarlanmıştır. Bu iki önemli gelişme, Bağcan’ın yurtdışında tanınmasında, müzik dergilerinde kendisinden bahsedilmesinde ve hatta hayran kitlesi oluşmasında etkili olmuştur. Dergilerde yapılan albüm kritiklerinde İspanyol müzik araştırmacısı Vicente Fabuel, Selda Bağcan hakkında “Türk vokalisti Selda, doğru kültüründen çıkmış sayılı efsanevi seslerden birisidir. O, büyük çöllerin ortasında az bulunur vahalar gibidir. Bir insan nasıl bu kadar çevik, bu kadar derin, bu kadar yaratıcı ve bu kadar hissederek şarkı söyleyebilir?” ifadelerini kullanmıştır. Saz, gitar, anaforlu elektronik, efekt ve perküsyonla yaptığı müziğinde Joan Baez’in izlerini taşıdığına işaret eden Yazar Caspar Lewelly Smith ise Bağcan’ı Türkiye’nin Joan Baez’i olarak tanımlarken dünya müziğinin, iki keçi çobanının ellerine kaval alıp çaldıkları akustik seslerden ibaret olmadığını kanıtladıklarına dair ilginç bir tespitte bulunmuştur.

Bu türkünün Avrupa da popüler olmasıyla İngiltere de bir müzik yapım firması Bağcan’ın Yaylalar, Yaz Gazeteci, Mehmet Emmi gibi türkülere de yer verdiği “İnce İnce Bir Kar Yağar” albümünü “Türkülerimiz -2“ adıyla yeniden yayınlamış ve Türkiye’deki hak sahibinden izin almadan ABD’ye satmıştır. Uzun yıllar hukuk mücadelesi veren Bağcan, haklarını geri alamasa da dünya genelinde tanınmasında büyük etkisi olmuştur. Albümün ABD’ye satılmasıyla türkü pek çok yabancı dile çevrilmiş, İbranice bile okunmuştur. Kendi alanında isim yapmış kadın sanatçıların hayat hikâyelerinin işlendiği “Asi Kızlara Uykudan Önce Hikâyeler” adlı kitapta adı geçen tek Türk özelliğini de taşıyan Bağcan’ın, Türkiye’nin siyasi gündeminin yoğun olduğu bir dönemde toplumsal olaylara yönelmesinde sol rüzgârın etkili olduğu tartışmasız bir gerçektir. Çünkü Bağcan’a ait şarkıların, türkülerin birçoğu müziğe yeni başladığı 1970’lerin siyasi kutuplaşmasında devrimci solcular, sempatizanlar tarafından popüler hale getirilmiştir. Ancak Bağcan, şarkılarına, türkülerine olan ilginin Anadolu ile kurduğu güçlü bağlardan kaynaklandığını belirterek sol / devrimcilik kavramları ile muhafazakâr görüşü arasına mesafe koysa da sol, devrimcilik, işçi sınıfı gibi kavramların salt Anadolu’ya özgü olmadığı da gerçektir. Dolayısıyla geçmişte sol, işçi, köylü sınıfıyla kurduğu o güçlü bağın bugün de aynı şekilde devam ettiği söylenemez.

Solcu olan Bağcan değil, söylediği Türkülerdir

Sol düşünceye mensup olduğunu inkâr etmese de solculuğu, devrimciliği söylediği şarkılarla, türkülerle sınırlı kaldı ki zaten söylediği türküler, şarkılar veya şiirler kendisine ait değildi. Farklı ideolojik görüşlerin olması kabul edilebilir doğal bir gerçek ancak iki farklı, tezat görüşün ortasında durarak her iki tarafı da idare etmek yapaylıktır, çizgisizliktir. Dolayısıyla Bağcan’ın solculuğu da doğal değil, yapay ve sentetiktir. Çünkü kimliğinin oluşmaya başladığı o günden bugüne sol ile muhafazakârlık arasında ki dengeyi korumak için homojen bir görüşü ileri sürmüş olsa da seyirciye kıyasla kendisini takip eden kitlenin büyük çoğunluğunun sol görüşlü olduğu da değişmeyen gerçekler arasındadır. Fakat buna rağmen kendisine yöneltilen “solcu musun?” sorusuna verdiği her yanıta parantez açma gereği duyarken muhafazakârlığın altını kalın çizgilerle çizmiş, solun daha tutucu olduğunu ileri sürmüştür. Muhafazakârlığın ölçüsünü“hayatımda hiç açık seçik giymedim” gibi benzer sözleriyle açıklamıştır. Daha net ifade edecek olursak, Bağcan’a göre bu iki kavramı birbirinden ayıran en kalın çizgi, açık ile kapalı olmaktır ki bu da geleneksel İslami düşünceye paralel olarak cinselliği çağrıştıran şekilcilikten ibarettir. Dahası ona göre sol bir şablondu ve kendi fikirleri sol şablona uymuyordu. Kendi görüşüne göre adaletsizliğe ve özgürlüklerin kısıtlanmasına karşı rasyonel bir solculuk anlayışına sahip olduğu için mevcut sol düşünceden ayrılmış oluyordu. Oysa tutucu olarak nitelendirdiği sol, yalnız adaletsizlik ve özgürlüklerin kısıtlanmasına değil, emperyalizme, insan onuruna yakışmayan tüm uygulamalara karşı hem içeride hem de dışarıda büyük mücadeleler vermiş, ağır bedeller ödemiştir. Böylesine evrensel bir boyutta mücadele veren solun bu ve benzer derinliksiz cümlelerle değersizleştirilmeye çalışılması, en başta kendisini sahiplenerek bu günlere gelmesinde taşıyıcı görevi üstlenen devrimci sol kuşağa karşı en büyük haksızlık ve samimiyetsizlik olduğunun altını da kalın çizgilere çizmek zorundayım.

Darbe sonrasında Rock müziği elektronik seslerle harmanlayarak tarzına ve yorumuna yenilik getirmekle kalmayan Bağcan, gazino dönemlerinde sahneye çıktığı fönlü saçlardan peruktan, tuvalet ve makyajdan ve solun simgesi yeşil parkadan da vazgeçerek giyim ve kuşamında büyük bir değişiklik yapmıştır. Bu köklü değişim ona göre muhafazakârlığın genel geçer kurallarıydı. Onun salt anlayışına göre rotasını yeniden sola çevirmek istediğinde mevcut geleneksel şekilciliğin tersini yani yeniden makyaj yapmak, tuvalet giymek, fön çektirmek, peruk takmak gibi benzer görüntüye bürünmek yeterliydi. Bağcan için kendi ifadesiyle solcu olmak, çok rahat ve kolaydı çünkü hiçbir eyleme, yürüyüşe, protestoya pratikte katılmak gerekmiyordu ki kendisi de zaten katılmamıştı. Fakat buna rağmen “üç defa hapse girdim daha ne olsun?” gibi benzer söylemlerle büyük bedeller ödediğini ima ediyordu. Gerçekte üç defa hapse girmişti ama müziğe başladığı tarihten günümüze değin yaşadığı sıkıntıların, eziyetlerin sebebi muhafazakârlığından değil, solun türkülerini söylediği içindi. Farklı bir dille ifade edecek olursak tevkif edilen, tutuklanan o türkülerin gerçek sahipleriydi. Sol için türkü söylemenin dahi sakıncalı bulunduğu Türkiye’de solun rahat ve kolay olduğunu söylemek, sahrada üç yapraklı yonca aramak kadar tutarsız ve anlamsızdır. Müziği bırakmak istediği bir dönemde geçmişten gelen çelişkilerini törpülemek yerine tutarsız polemiklerle magazine malzeme olması, hangi perspektiften bakılırsa bakılsın Selda Bağcan kimliği ve duruşuyla tezatlık oluşturmaktadır. Muhafazakâr olduğunu uzatılan her mikrofona parantez açmadan net bir şekilde söyleyen Bağcan’ın, sol konusunda ise bu denli net bir düşünce ortaya koyamamasının nedenini, devrimci sol kuşağı içselleştiremediği ve bunda da muhafazakâr gelenekçiliğin baskın olduğunu söylemek mümkündür.

Hilal Altın'dan Yıldız Tilbe şarkısı... "Canın İsterse" Hilal Altın'dan Yıldız Tilbe şarkısı... "Canın İsterse"

Bayrağı düşürmeden teslim etmek

Arkadaşım Olcay Ünal Sert’in öncedenKırık Kilitadlı biyografik romanımı hediye ettiği Selda Bağcan’ın konserine davet edildiğimde, kendisiyle kuliste kısa süreliğine de olsa konuşma fırsatı bulacağımı umuyordum. Fakat hem vakit darlığından hem de menajerinin (Ferhan Üçoklar) duyarsızlığı ve sokak üslubu söylemlerinin sığlığı, tanışmanın gereksiz olduğu konusunda yeterli mesajı verdiğinden Bağcan’ı beklemeden çıkmıştım. Özgün-Protest müziğinin güçlü yorumcusu olarak kabul edilen Selda Bağcan’ın o konserinde bizzat şahit olduklarım, yazının başından beridir yapmış olduğum kapsamlı çözümlemeyi bir kez daha teyit edecek niteliktedir. Mustafa Kemal Atatürk, Uğur Mumcu, İsmail Korkmaz gibi toplumsal belleğimizde canlılığını hiçbir zaman kaybetmeyecek simgelerin görüntülerine yer verilmemesinin ve buna ilişkin eleştirilere de teknik hatanın gerekçe olarak gösterilmesinin nesnel bir gerçekçiliği yoktu. Daha önce Bostancı Gösteri Merkezi’nde Aleyna Tilki ile bir araya gelen ve haklı eleştirilerin hedefi olan Bağcan, bu konserinde de yine benzer eleştirilerin hedefi olmakla kalmadı, magazine de malzeme oldu. Benimde seyircileri arasında bulunduğum bu konserinde, habersiz geldiğini ileri sürdüğü Aleyna Tilki’yi sahneye çıkartmış, övgüler yağdırmış ve hatta kendi gençliğine benzeterek zaten düşük tuttuğum beklentimin üzerine bir de şaşkınlığı boca etmişti. İlginçtir ki her iki konser sonrasında yöneltilen eleştirileri dikkate alması gerekirken tüketim kültürünün cilalayıp piyasaya sürdüğü Tilki’yi neden sahiplendiğinin makul, mantıklı bir izahını yapmak yerine “size ne?” diyerek geçiştirmişti. Oysa halkın kendisini içselleştirip benimsemesinin nedeni Aleyna Tilki gibi iç çamaşırıyla pozlar verdiği, playback yaptığı için değil halkla beraber halkın türküsünü canlı söylediği içindi.

Meseleye bir de ahlak ve etik perspektifinden de bakacak olursak, bir insanın mayo veya bikini ile denize girmesi toplum genelinde kabul gören bir eylemdir ancak iç çamaşırıyla denize girilemeyeceği gibi sahneye çıkmanın, bu görüntü altında şarkı veya türkü söylemenin ne etikte ne de ahlakta yeri yoktur. Aleyna Tilki’nin kendisini cinsel obje olarak sunması veya sesinin yetersizliğini cinselliğiyle örtbas etmeye çalışması tüm sanat alanlarında başvurulan klasik bir yöntemdir ancak benim nazarımda dikkate değer bir tavır, eylem değildir. Bu ayrıntıları yazmamda ki maksadım da ortak paydaları olmamasına rağmen Aleyna Tilki gibi bir kimliği olduğundan farklı olarak sahneden pazarlamasıdır. Dikkat çekmek istediğim ayrıntıda budur zaten. Dolayısıyla Aleyna Tilki’yi sahiplenmesinin yanı sıra gerek sanatçı kimliğine ve gerekse türkülere paralel olarak sahne dekorunun tematik uyumsuzluğu gibi görüntüleri de bütünsel olarak ele aldığımızda Bağcan’ın sol’u da, kutsadığı muhafazakârlığı da paradoks oluşturuyor. Kuşkusuz sanatçı kavramının içini dolduran en önemli değer, toplumsal duyarlılık ve sorumluluktur. Ancak bu sorumluluğunu yalnız teoride değil pratikte de göstermesi beklenir ki Bağcan hiçbir zaman pratikte bu sorumluluğu üstlenmediğini söylemlerinde zaten dile getirmiştir. Dahası gençliğine benzettiği fakat gerçekte hiçbir şekilde ortak paydası bulunmayan, stüdyolarda teknolojik cihazların marifetiyle üretilerek piyasaya eğlencelik olarak sunulan yığınla Aleyna Tilki ve benzerleri vardır ki hiçbirinin de kalıcı olamayacağını, kısa sürede unutulacağını kendisi de çok iyi bilmektedir. Adeta kartopu gibi yuvarlandıkça büyüyen tüm bu paradokslarının, tutarsızlıklarının temel nedeni de içini dolduramadığı yüzeysel ve şekilci solculuğu ile katı muhafazakârlığının arasına sıkışmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Günümüzde popüler kültüre yanaşmakla magazin potasında eritilmesinin aynı zamanda kırılma noktası olabileceğini ne kendisi ne de yönlendirenler ayrımına varamamış olmalılar ki eleştirileri dikkate alıp sağaltmak yerine dayanağı olmayan gerekçeler ileri sürerek çelişkilerine bir düğüm daha atmaktadır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Aleyna Tilki ile herhangi bir ortak paydalarının olmaması, geriye tek bir makul seçenek bırakıyor ki o da herhangi bir şeye aşırı tutku veya sonsuz istek olarak tanımlayabildiğimiz hırstır. Daha net ifade edecek olursak, kendisi ile Aleyna Tilki arasında ki tek benzer yönleri, paydaları hırstır diyebiliriz. Fakat diğer yandan “Benden sonra bu kulvarda bayrağı kime teslim ederim diye düşünmüyorum. Şimdi gençlik çok başka yerlerde… Benden sonra şu gelir diye kimi işaret edeyim? Hiç öyle biri yok” diyebiliyor. Benzer çelişkilerin sonucu olarak da gençliğine benzeterek övgüyle söz ettiği, başarılı bulduğu Aleyna Tilki’ye bayrağı neden teslim etmek istemediği sorusunu akla getiriyor. Nedensiz yakınmak yerine her ne kadar farklı tür ve tarzları olsa da Aleyna Tilki’yi yetiştirebilir, bayrağı ona teslim edebilir ki devrimci /solcu gelenek de bunu gerektirir.

Son zamanlarda çok farklı bir tarzı olan Ajda Pekkan’ın müziği bırakması durumunda kendisinin de bırakacağını söylemesi de her ne kadar anlaşılabilir görünmese de tüm piyasa da olduğu gibi gizli rekabete işaret ediyor. Aksi halde müziği bırakmasına Ajda Pekkan’ı gerekçe veya dayanak göstermesinin de makul, mantıklı bir izahı yoktur. Sonuç olarak kendine özgü sesiyle, yorumuyla özgün-protest müziğin önemli isimlerinden biri olan Selda Bağcan’ın taşıdığı bayrağı yere düşürmeden sonraki kuşaklara taşıyacak birisinin günümüz koşullarında çıkmasının veya yetişmesinin pek de mümkün olmadığı bir gerçektir. Bu sebeple gerçekten de bayrağı teslim edecek birisini arıyor ise sesinin vasatlığını, söylediklerinin anlamsızlığını perdelemek için cinselliğini kullanan Aleyna Tilki veya benzerlerinde değil, kendisi gibi halkla beraber halkın türkülerini söyleyenleri arayıp bulmalı, gerekirse de yetiştirmelidir.

(Kaynak: Berfin Bahar, Aylık Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi / Ocak 2023 / Sayı: 299)

Editör: TE Bilisim